Hegel Felsefesinin Temelleri

 

Felsefe, Herakleitos’un ‘Yaratılış (physis) saklanmayı sever.’ ifadesindeki gibi Varlık’ı, zamansız-mekansız ontoloji olarak konumlandırır. Varlık’ın gizliliğini ortaya çıkarma gelişkin biçimde ilk kez Platon’un İdealar Öğretisi ile felsefeye yansır. ‘Batı felsefesinin genel niteliği, Platon’a düşülmüş bir dizi dipnotlar serisidir.’ diyen N. Whitehead’ın belirttiği gibi Batı düşüncesi, bu metafizik açıklamayı izler. Bu izin devamında Hegel’in felsefe dizgesinin temeli Tin (Geist) dir. Hegel felsefesinde Tin farklı anlamlar içerir: Kendinde ve kendi-için Varlık, İde, Tanrı, Evrensel Akıl, Mutlak, Kavram. Batı felsefesini derinden etkileyen Hegel’in (1770-1831) başlıca eserleri şunlardır: Tinin Fenomenolojisi, Mantık Bilimi, Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Hukuk Felsefesinin İlkeleri, Tarih Felsefesi Üzerine Dersler.


Tin var olan her şeyin özüdür; maddeyi ve insandaki bilinci ortaya çıkarandır. Gerçeklik dünyası; Tin’in dış-varlıklara açılmasıdır. ‘Tin’in temeli ve özü, özgürlüktür. Tin kendinde, kendi-başına ve kendi-için Varlıktır. Tin, bilen gerçekliktir. Tin, maddenin yaşayan gerçekliğidir, onun özüdür. Evren, Tin’in kendi kendisini seyrettiği varlıklar âlemidir.’

 

Felsefe şudur Hegel’e göre: ‘Felsefe, objelerin düşünce ile görülmesidir. Bu düşüncenin kendi dışından gelecek gereçlere, duyuların sağladığına ihtiyacı yoktur; o kendi kendisinden beslenir, kendi kendisini işler; bilgisinin maddesini de, formunu da kendinde bulur.’ Betimlediği ve mantık yürüttüğü Varlık deney ve duyu dışıdır; spekülatif ve metafiziktir. Hegel ‘Düşünce, varlığın kendisidir’ der. Bu dizgede düşünce öznedir, varlık yüklemdir. Oluş içindeki varlıklar, düşünce ile açıklanabilir ve Hegel’e göre ‘Her felsefe, kendi çağının düşüncede kavranılmasıdır. Dünya üzerine düşünme olarak felsefe, ancak gerçekliğin kendi oluşum süreci tamamlandığı ve kendisini sona erdirdiği zaman ortaya çıkar.’

 

‘Her akıl ile ilgili olan gerçektir; her gerçek olan da akıl ile ilgilidir.’ diyen Hegel’e göre bütün varlıklar, Tin’in kendini, kendiliği dışına açmasından meydana gelmiştir. Evrensel Akıl (Vernünfting) insanı, doğayı, tarihi kendinde özdeşliği içinde dönüştüren Mutlak’ın düzeni veya kozmosun işleyişidir. Mutlak’ın dolayımsızlığını dolayıma açması gerçekliktir. Mutlak varlıklar âleminde belirmediği için Hiçlik dir.


İde, diyalektiğin kendisidir.’ Hegel’e göre. İde, varlıkların oluş imkânıdır. Diyalektik olumsuzlama, olumsuzlamayı yadsıma ve yadsımayı kapsayarak aşma sürecinde var-oluştur. Doğruluk ve bilgi, deneyim ve ölçü içinde belirdiği noktada doğru olsa bile, diyalektiğin sonraki uğraklarında artık eksilmiş doğru olacak; hakikati özünde taşısa dahi kendinde gerçeğini vermeyecektir. Diyalektiğin çelişki yasası, kesintili geçiş ve sıçramadır. Önce kendini olumsuzlama ile ortaya çıkaran görüngü; sonra onun karşıtının belirmesiyle ortaya çıkan yadsıma; en sonunda kendini ve karşıtını hem muhafaza edip, hem de yadsımayı kapsayarak aşma (Aufheben) var-oluş sürecinin uğraklarıdır. Diyalektik, her tikel gerçekliği değişimi ve bitimliliği içindeyken özündeki evrensel olan ile bağında bilmektir. Dünya diyalektiği, sınırsız oluşlar içinde belirmiş sınırlı var-oluşların ayrılma ve yeniden birleşme hareketidir. (moment)

 

Oluş içinde belirmiş her varlık, yalnız belirmediği ve değişerek başkalaştığı için varlıkların A=A ifadesi, kavram olarak doğru olsa da, gerçeklikte doğru değildir. Belirmiş varlık, kendiliğinde kalamaz ve değişir; tohumun ağaca dönüşmesi gibi. Nicelik-Nitelik yasasına göre, belli bir gelişme kademesine ulaşan basit nicelik değişikleri, sıçrama ile nitelik farkları haline dönüşür. Doğada açıkça görülen niceliğe sıçrayış, tarihte olgular düzeyinde nitelik ile ortaya çıkar. Bu bağlamda ‘Tarih, Dünya Tini’nin zaman içinde gelişmesidir.’ ve tarihteki olgular, tıpkı fenomenler gibi özünde evrensel akıl ile uyumludur.


Hegel ‘Bütün, Gerçek olandır.’ der. Gerçek, anlama yetisi ve neden-sonuç yargısı ile değil; tüm bağları içinde ve birlikte kavrandığında gerçektir. Doğa, Tin’in kendisine çelişik ve yabancı halidir; Tarih, onun ereğinde dünyalaşmasıdır. Doğadaki mekanik, kimyasal, organik ilişkilerden insan bilincine doğru ilerleyen Tin, kendini tarihte akıl olarak ortaya koyar. Tin’in özü özgürlüğüdür ve insan, bilinciyle doğada özgürlük olanağına sahip tek organizmadır ve bu zorunluluk ile insan, Tin’in taşıyıcısıdır. İnsan, duyuları ile çevresini tanıyarak, sezdiklerini kavramlaştırarak ilkel benlikten bilince evrilmiştir. Dil ile insan kavramsal düşünceye ulaşmıştır. Hegel’e göre insanı, insan yapan; gerçeklik dünyasını yadsıması ve onu değiştirmek için kavramlarla, imgelerle düşünmesi ve emek göstermesidir.


Ereğine doğru kendini dünyaya açan Tin, bilinç ile insanda özneleşir. Bilinç, doğadaki ve tarihteki oluşları içine yansıtarak yaşadığı tekâmül ile Tin’in betimlenmesinin gerçeğidir. Tin, kendini üç oluş içinde dünyaya açar: Öznel Tin, Nesnel Tin, Mutlak Tin. İlkel benlikten öz-bilince evrilirken insan, kendini kendilik olarak hissetmeye başlamış; doğayı ve karşısındaki güçleri yadsımış, böylece ortaya Öznel Tin çıkmıştır. Tanınmak ve kendini kabul ettirmek için insan, diğer insanlarla kıyasa mücadeleye girişmiş ve bu çatışma Efendi-Köle Diyalektiği ile olmuştur. Ölümü göze alan bağımsız efendi ile doğaya bağımlı köle arasındaki bilinç ve varlık mücadelesi sonucu, tarih sahnesinde Nesnel Tin ortaya çıkmıştır. Öznel Tin ile nesnel Tin’in birbirlerini kapsayarak aşması Mutlak Tin dir ve toplumun var-olma aracı devlet ile gerçekleşir. Özgürlük insanda bilinçtir, zorunluluk doğadaki bilinçsizliktir. Özgürlük bilincin kendini, kendi-için varlık olarak olumlamasıdır. ‘Özgürlük, yalnızca kendi özünü istemektir. Özgürlük, bilincin kendi özü neyse, yalnızca onu istemesidir. Özgürlük, kendinden başka bir şey istememektir.’


Halkların, ulusların tarihi Dünya Tini (Welt-Geist) için araçtır. Tarihin her aşaması, diğer aşamalardan farklı ve kendine özgü bir ilkeye sahiptir. ‘Bu ilke, tarihte Tin’in zorunlu belirlenimidir. Tin bu belirlenim içinde istencinin bütün yanlarını ve gerçekliğini somut biçimde ortaya koyar. Dünya Tini’nin bu ilerleyişi içinde devletler, milletler ve bireyler iyice belirlenmiş olan kendi özel prensipleriyle tarih sahnesinde boy gösterirler. Onların bilinci bu prensiple sınırlıdır ve kendi menfaatleri olarak görürler. Ama aynı zamanda bir gizli faaliyetin, kendi içlerinde çalışan Dünya Tini’nin bilinçsiz aletleri ve momentleridirler. Bu gizli faaliyet içinde özel şekiller yok olup giderken, kendiliğinde ve kendisi-için Tin, bir sonraki yüksek aşamaya geçişinin yolunu hazırlar.’ Dünya Tin’inin ulusları ve insandaki içgüdüleri, tutkuları gayesi için kullanmasına Aklın Kurnazlığı der Hegel: ‘İsteklerden, ilgilerden ve etkinliklerden oluşan bu muazzam kütle (insanların tutkuları), Dünya Tini’nin kendi ereğine erişmek, onu bilinç düzeyine çıkarmak ve gerçekleştirmek için kullandığı araçlar ve gereçlerdir. Genel’in, Dünya Tini’nin, insandaki tutkuları kendi amacı için kullanmasına Aklın Kurnazlığı denebilir.’


Hegel’e göre Hukuk, bilincin kendinden hareketle ürettiği ikinci dünyadır. Bilincin özgürlük yolundaki uğraklarının eylemidir hukuk düzlemi. Öz bilinç, aile ve sivil toplum içinde akla göre örgütlenmiş devlet ile gerçekleşebilir. Akla uygun devlet, bireylerin uzlaşmasının somutluğudur. İnsan özgürlüğü, öznelerin birbirlerini hukuk düzleminde karşılıklı tanıması ve sınırlaması içinde vatandaşlık hürriyeti ile olur.


Hegel ‘hakikat olarak hakikat’a, deneye başvurulmadan ve spekülatif olarak sadece felsefe düşüncesinin sınırları içinde kalarak ulaşmaya çalışır. Felsefe dizgesi gerçeği, yalnızca töz olarak değil; aynı zamanda özne olarak düşüncede kavramaya ve anlatmaya dayanır. Felsefi düşünme, duyu nesnesi herhangi bir şey üzerine düşünmeden (reflexion) farklı olarak; varlıkların, kendisi bir fenomen olan zihne yansıması ile ortaya çıkan ve devamlı gelişen kavramlar ile düşünmedir. Kavramlarla düşünmenin etkileşimi içinde nihayetinde felsefe, ‘varlığın kendi kendini düşünmesidir.’


Hegel Tin’in Fenomenolojisi‘ndeki diyalektik yöntemle, deneyimde ve bilinçteki olumluluk ile varoluş ve tarih zemininde ortaya çıkan çelişkiyi, bütünleştiren gayesine ve kendinin mutlak bilgisine doğru hareket eden Evrensel Akıl’ı betimlemeye çalışır. Dolayımsız duyu kesinliğinden, nesne dünyasındaki dolayım içindeki bilince, benliğini somutlaştırmak isteyen bilinçler arasındaki efendi-köle mücadelesi ve sonrasında devlet ve hukuk düzleminde uzlaşma süreci ile özbilince evrilen insan zihni, özündeki Tin’in özgürlüğüne doğru değişen varlıkların yansımasını içeren fenomen dir. Tin özne ile nesne, bilinç ile dış dünya arasında etkileşimlerle hareket eder. Tin hem varlığa, hem de varlık olan bilince etki eder.


Tümel kavram Varlık (Cevher ya da Tanrı), manevi ve soyut olması sebebiyle, varlıklarda belirmemiş olduğu için varlığını, dünyalaşan ve dışlaşan Tin (Geist) ile varlığa açar. Varlık, var-olanlar zeminindeki yokluğu ile aynı zamanda Hiçlik dir. Kozmos içinde ve kozmos olarak Tin’ın amacı, kendi kendisini varolan varlıklar içinde bulmak; kendisinin bilincine ve özgürlüğüne erişmektir. Evren ve gerçeklik, belirmeyen ve kendinde ve kendi-için Varlık’ın, kendisi dışındaki kendinde varlıklar (fenomen) halinde belirmesi ve oluşmasıdır.

 

Varlık ve Zaman: Heidegger Felsefesinin Temelleri


 
M. Heidegger için Varlık, felsefenin asli meselesidir. ‘Varlık’ın anlamı nedir?’ sorusu ve sorgulama ile Heidegger, insanın varoluş tarzlarını analiz eder. Ona göre, Platon ile başlayan metafizik gelenek, varlık meselesinin üstünü örter; ontolojik ve ontik çıkmaza sürükler. Heidegger modern felsefenin, epistemoloji çatısı altında metafizik yapmaya devam ettiğini söyleyerek, bunu besleyen Kartezyen bakışa karşı çıkar. Antik Çağ doğa filozoflarının yaptığı gibi Varlık’ı, dolaysız hali ile kavramaya çalışır.
Heidegger, Descartes ile başlayan Kartezyen bakışın, özne-nesne merkezli bölünmüş bilgi yönteminin; varlığın neliğini anlamakta yetersiz olduğunu söyler. Kartezyen bakış ile gelen ‘Cogito’ merkezli felsefe ve bilim bilgi (epistemoloji) yeniden sorgulanmalıdır. Varlık’ın sorgulaması, epistemolojinin değil, ontoloji felsefesinin alanı olmalıdır artık. Heidegger, hocası E. Husserl’ın fenomenolojik yöntemini kendine dayanak alır; yaşam felsefesi (Kierkegaard, Nietzsche) ekolünden etkilenir. Fenomenoloji, ‘varlıkları, kendinde-şeyler olarak kavrama’ bilimidir. Heidegger’e göre, herhangi bir varlığın anlamanın ya da doğru kavranışının olanağı, ‘zamansallık’ ile açığa çıkar.

Dasein
Almanca ‘insan varlığı’ anlamındaki dasein kelimesini Heidegger kendi felsefe dizgesinde geliştirir. Almancada ‘Da’, ‘hier/dort’ bağlamında ‘orada/burada’ demektir. ‘Sein’, varlık, varolmak veya varoluş demektir. Dasein bu bağlamda, burada veya orada varolan varlık anlamındadır. Ama fenomen olarak incelemede görülecektir ki Dasein, ihtimam gösterme ile dünyada varoluş kazandığından ve zamansallıkta öne koşmaklık içinde hal olduğundan, onun için ‘Orada Varolan Varlık’, daha doğru tanımdır. ‘Varlık’ın anlamı nedir?’ sorusunu sadece, kendisini Varlık’a ve varlığına açabilen Dasein sorabilir.

‘Varlığın neliği’ sorusu, ‘varolmanın anlamı nedir?’ sorusuna açılır. Ama varlığın neliği, günümüzde belirsizdir ve unutulmuştur. Verilen cevaplar, metafizik yorumlardır. Heidegger, yetersiz olduğu gerekçesi ile geleneksel 3 varlık tanımını yeniden sorgular: a) En genel evrensel kavram olarak Varlık, b) Tanımlanamaz şey olarak Varlık, c) Kanıtını kendi içinde taşıyan Varlık. Bu tanımlar ön-koşul ve yargı koyduğu için, varlığın neliğini daha belirsiz ve karmaşık kalmıştır. Her sorgulama amaçlıdır; çünkü bilinç, her zaman bir-şeye-yönelim içindedir. O halde, soruşturulacak olan, sorgulama yapan varlığın kendisi, yani Dasein’dir. Dasein, kendisini var edebilen, açığa çıkaran ve farkında olan tek dünya varlıktır. Bu sebeple ‘Dasein’in özü, onun varoluşudur’.

Ontolojik – Ontik
Heidegger’e göre fen bilimleri, sosyal bilimler, hatta metafizik, Varlık’ın anlamını veremez. Çünkü bilimler varlığı, bilgi ve nesnesi yapar ve ona kavramsal açıklama getirir. Amaç, Dasein’nın ontolojik yapısını açımlayarak, ontik halini anlamak olmalıdır. Varlık (sein) hakkında ‘Varlık’ın anlamı nedir?’ sorgulaması ontolojiktir. Varlık hakkında ‘Varlık nedir?’ sorgulaması ontiktir. Ontolojik sorgulama varoluş, olgu, anlama, varoluşsal (existential) ile ilerler. Ontik sorgulama kategoriler, nesne betimleme, gerçeklik ile yol alır. Ontik olan nesnel ve bilimsel iken; ontolojik olan anlam temelinde felsefe sorgulamadır. Heidegger, felsefe tarihi üzerinden başladığı sorgulamaya fundamental (temel) ontoloji der.

Heidegger’e göre Dasein, ontik hali içinden ontolojik olana açılabilen ve var-olmaklığın anlamını olanaklı kılan varlıktır. Bu bağlamda Dasein insan varlığı değil, ‘insan olmanın olanağı’dır. Zaman tüm varlıkların ufku olduğu içindir ki, Varlık’ın anlamı zamansallık fenomeni ile sorgulanmalıdır. Fundamental ontolojinin görevi, felsefe tarihindeki gibi varlığı kavram ve soyutlama olarak değil, Dasein’nın kendini kendi dünyasallığı içinde ve zamansallığında açıklamasını sağlamaktır.  Zaman, varolanların olanağıdır. 

Fenomen  - Logos - Fenomenoloji
Eski Yunanca ‘phainomenon’ ‘kendisini gösteren (apaçık olan) şey’ kelimesinden gelir fenomen. Salt görünüş, fenomen değildir. Örneğin bir fenomen olarak hastalık, semptomlar gösterir ama kendisini gösteren apaçıklığı göstermez, vermez. Eski Yunanca ‘noiein’ doğru (hakikat) anlamındadır. Noiein saf doğruluk içindeki ve hiçbir şeyini gizlemeyen varlıktır. Doğru, varlığın sadece kendi muhteviyatı ile ve dolayımsız elde edilendir. Ama doğru, başka ilenekleri üzerine almadığı ve diğer varlıklarla ilişki kurmadığı zaman kavranması da zor olandır.

Logos akıl, kavram ve yargı ilişkilerinin taşıcısı olmakla birlikte, sahih olmaklığı ile sözdür. Logos yani söz, hakkında ‘konuşulan varlığı açık hâle getiren’, ona izin veren ve keşfedendir. Logos hakkında konuşulan şeyi görmemize izin verir. Fenomenoloji ‘Kendini kendinde gösteren varlığı, dolaysız hali ile kavrama’  bilimidir. Fenomenoloji, logos ile bilgi ve kavram içindeki varlığın örtük yanlarını açığa çıkarmak için betimler, tasvir eder. Heidegger’e göre fenomenoloji, varlığı zamansallığı (tarihsel) ve varoluş açıklığı ile analiz ve yorumlama (hermeneutik) çalışmasıdır. Var olanın, üstünün örtüldüğü ve unutulduğu, betimlemenin yetersiz kaldığı durumda; fenomenoloji onu ‘yorumlayarak açıklığa’ çıkarmalıdır. Hermeneutik, Dasein’in var-oluş halini, zamansallığı içinde yorumlayarak açık ve anlamlı kılar. Sorgulama, varlıktan  hareket ederek, yine varlığa dönmelidir.

İhtimam Gösterme
Dasein, ihtimam gösterme zemininde sahih ve gayrisahih olarak varoluşa açılır. Dünya çerçevesi ve herkes-ile-birliktelik içinde kendini anlar. Ben’ dediğinde Dasein, ihtimam gösterme ile kendini dile getirir. Varolanlara ilişkin Dasein’ın ontik deneyimi, ihtimam göstermenin bütünlüğü zemini içinde nereye yöneldiğine bağlıdır. El-altında-olanlar, bir-şey-için-bakış ve onlara ait varlık tasarımları ile varolanları deneyimler. Masa, çekiç vs. bütünlüğün işlevinde, gelecek kipine yönelik olarak anlaşılır, tasarlanır ve alet yapılır. Ve Dasein kendini varolarak anladığı için mesele eder; varoluşu için kaygılanır.

Herkes ve Gündelik Dasein
Dasein, kendi benliği ile var değildir. Onun ‘Ben’ olmaklığı, herkes-benliği içinde yoğrulmuştur. Onun benliği, ön belirmedir ama ‘özü’ var-olmaklığı ile yaptıklarıdır. Herkes olmak, Dasein’ın için huzurdur, kaygıyı azaltır. Gündelik içinde, kamusallığın bütünlüğünde algılar, yargılar, eylem yapar, sevinir, üzülür. Herkes, Dasen’in kendi olmaklığı üzerine eylemlerine ve kamusallık dışına çıkmasına izin vermez. Olağandışı kendilik eylemi, herkes tarafından engellenir. Herkes içinde olmak, hiç kimse olmaktır. Gündelik Dasein, kendi varlığını, herkes kamusalı üzerinden tefsir eder. İlgilenme, meşgul olmak ve lakırdı içinde sahih olanın üstünü örtülür. Herkes ile hiç kimse olurum/oluruz.

Dünyaya Fırlatılmışlık
Dasein, dünyaya fırlatılmışlık içinde varolan varlıktır. Dünya'ya fırlatılmış ve onun zemini, mesafesi, çerçevesi içinde tefsir edilmiştir. Onun bilgi-deneyim zeminindeki duygu-durum ontik halidir. Duygu durum, varoluşun minvalidir.  Dasein fırlatılmışlık içinde, mekan ve zamanın olanakları ile tasarladığı ve kaygılandığı ile varoluş kazanır. Varoluşyapabilmedir Heidegger’e göre.

Söz  - Lakırdı
Söz, anlamanın minvalidir. Söz, karmaşık dünyayı anlar, belirler, tanımlar. Söz, Dasein’nın dünyayı tefsiridir. Ama çoğunlukla gündelik konuşma içinde söz, varlığı apaçık hali ile sunamaz. Her günkü kamusal içinde söz, çoğunlukla lakırdı olur. Lakırdı, gerçekliği kendi açıklığından uzaklaştırır, görünüşünün üzerini örter. Söz lakırdı olunca; manipülasyon, gerçek; safsata, bilgi hatta felsefe olabilir. Lakırdı her şeyi, herkes dili içinde anlanmış ve bilinmiş hale getiren ön-kapalılıktır.

Kaygı
Dasein kendini, herkes-içinde anlar ve tasarlar. Kamusal içindeki olgular dizisi, ona gayri-sahih tezahürler sunar. Herkes, Dasein’nı hem belirler; hem de kendilik oluşunu örter. Herkes içindeliğinde ontik olarak iki varoluş modusu etkilidir: İhtimam ve Kaygı. Kendi var olmaklığını tasarlamak isteyen Dasein için sahih varoluş kaygıdır. Kaygının kaynağı, en asli ve sahih gerçek ölümdür. Onu eyleme ve geleceğe yönelten kaygıdır. Kaygı, varlık minvallerinin olanaklılığını sağlar. Kaygı ile Dasein, dünyalaşmıştır. Dasein, kendisine kaygılı ama ketum biçimde ‘kapalılığı-açma-kararlılığı’ içindeyken; asli yalnızlığı ile sahih olarak kendisi olur.

Vicdan – Ölüm - Hiçlik
Hiçlik (niclıts) Dasein’da varolandır. Hiçliğin-hiçliği içindeki varoluş zemininde Dasein için kaygı, asli duygu durumdur. Can sıkıntısı, kaygı ile kendini gösteren hiçliğin minvalidir. Dasein, hergünkülük içinde kendini bırakarak hiçliğin hiçliğini örtmeye çalışır. Ama Dasein ancak, hiçlik ile kendi varlığının anlamını tüm belirsizliğine rağmen kavrayabilir.

Varoluş olgusaldır. İhtimam gösteren Dasein’in dünyasal olmasını olgular ortaya çıkartır. Dünyaya fırlatılmış Dasein için 3 varoluş olgusu sahih gerçektir: kaygı, vicdan, ölüm. Kaygı (angst), tedirginlik içinde ve gelecek yönelimli Dasein’in bütünlüğünü oluşturan asli bilinmezliktir. İhtimam gösterme ile kaygı, korkuya dönüştürülür ve üstü kapatılır. Kaygı tekinsizdir; korku ile olgulara, el altında olanların etkisine tefsir edilir.

Hiçliğin hiçliğine kendini açan Dasein için sahih gerçeklik vicdan olur. Vicdan, kendi-olmaklığını-istemek dir. Vicdan,  Dasein'a borçlu-suçlu-olmak halini çağırır ama bu yüklem, kendinde olmak isteğinin sesidir. İnsanın varlığı, kendine meseldir. İnsan, ölümü herkes-içinde-olmaklık ile paylaşamaz. Ölüm, yaşamın bütünlüğünü ve sınırını verir. Ölüm zamansallıkta bilinmez olduğundan, Dasein için dünyada oluşun her anı değerli, anlamlı olur.

Sonsöz : ‘Varlık ve Zaman’ adlı eseri yaptığı çeviri ile daha değerli hale getiren ve bu yazıya dil olarak kaynak sağlayan Kaan H. Ökten hocamıza çok teşekkürler.

Varlık ve Zaman’da Korku ve Kaygı

Martin Heidegger’in ‘Varlık ve Zaman’ eserindeki korku ve kaygı hallerine baktığımızda. Dasein ‘şurada olan varlık’ olarak insandır. O hergünkülük ve zamansallık içindeyken, farklı ama iç içe haller içinde kendini bulur. Fırlatılmışlık, bir-hal-içinde-bulunma, anlama ve söz onun yaşam halleridir.


Bir-Hal-İçinde-Olma

Hergünkülük içinde Dasein, ihtimam ve ilgilenme zemininde bir-şey-için-bakış hali ve minvali içindedir. Bakış duyuma, duyum bilgiye, bilgide anlamaya dönüşebilir. Her bir-hal-içinde-bulunma, pozitif aksiyon içerse de dünyaya düşmüşlüğün minvalindedir. Her bir-hal-içinde-bulunma, kendi duygu durumunu üretir. Her bir hal-içinde-bulunma, anlama momentine sahiptir. Her bir hal içindeki duygu durum ve anlama, tefsir etmek için söz ile dile gelir.

İlgilenme ve Anlama

Anlama, Dasein için ‘kendi uğruna varolduğunu tasarlayarak var olması’ halidir. O ilgilenme hali ve minvali içinde, karşılaştıkları ile kendini anlar. Ama bu çoğunlukla gayrisahih anlamadır. Çünkü, gayrisahih anlama, onu hergünkü meşguliyetler, sorunlar, ilgilenmeler ve hevesler içinde tasarlar.

Hergünkü ilgilenmeler, gelecek ve kendine-beklentilendirme getirir. Ve ilgilenmeler içinde olduğu içindir ki, o hep beklenti içindedir, bekler. Beklenti ile kendini öne-koşma halinde zamanlaşır. Onun varlığı, zamansaldır. Ama hergünkülük ile gelen anlam tasarımları, Dasen’in dolaysız var-olmaklığına dair değildir ekseriyetle.

Anlama ile o, duygu-durumunun ne olduğunu bilir, ama düşmüşlük içinde bu çoğunlukla gayrisahih bilmedir. Çünkü onun kendini bir hal ve duygu içinde zamansallığın zemininde sahih bilmesi için, kendi sorgulanır kılması ve kapalılığı-açma-kararlılığı halinde olması gereklidir.

Kapalılığı-Açma-Kararlığı ve Öne Koşma

Dasein çevresindeki dünyayı anlayarak, var olur. Onun asli ve sahih varoluşu ise, kapalılığı-açma-kararlılığı hali olmadan gerçekleşemez. O şimdinin zamansallığında, kendi var olabilirliğini yaşamak için, gelecek yönünde hareket etmek zorundadır. Geleceğe yönelen o, ihtimam-göstermenin yapı momenti içinde kendini-önceler. Kendi önceleyerek varoluşuna olanak ararken, hep öne-koşma içindedir.

Duygu-durum, Dasein’ı dünyaya fırlatılmışlığı ile karşı karşıya getirir. Ruh hali, varlığının birincil minvalini temsil eder. O kapalılığı-açma-kararlılığı içindeyken, içinde-bulunulan-an fenomeniyle ilgilendiği çevresinin yarattığı varlıklardan kendi çekip alabilir. Kendini şimdiden kurtarırken, böylece gelecek kipi ile kendi oldum-olasılık haline yönelebilir.

Korku

Dasein için korku, gayrisahih bir-hal- içinde-bulunmadır. Korkmak, hergünkülük içindeyken, tehdit edici olana karşı bir- şey-için-bakış minvalinde ortaya çıkar. Korku, başa gelebilecek bağlamında ‘müstakbel olan’ şeylere ilişkindir. Korku içindeki o, ilgilenme hali ile bir olanaktan diğerine koşar, çünkü kendini unutmuştur zamansallık içinde. O korku içinde kendini unutmaya, çevresinde karşılaştıklarını kafa karışıklığı içinde şimdileştirmeye çalışır. Korkunun nedeni, çerçeveleyen-dünya içinde ilgilenilen varolanlardır. Korku gündeliktir. Korku ile dünya dahilinde karşılaşılanlar üzerine çöker.

Umut, çaresizlik, neşe ve hüzün onun duygu-durum olarak zamansallığıdır. Umut, gelecek kipi üzerine gelişen fenomen olarak kabul edilse de, aslında şimdi ve korku ile oluşur. Bir-hal-içinde ve oldum-olasılık modusu içindeyken; şimdi ve umut ile ilişkilendirdiği şeyler vasıtasıyla, gelecek ve zamansallık kökenli kaygının üstünü örter. Günübirlik yaşanan duygusuzluk, unutmanın şimdideki görünümüdür. Fırlatılmışlığa duygusuzluk ile teslim olmak, gayrisahih oldum-olasılıktır.

Kaygı

Kaygı, hergünkü dünya-içinde-varolmanın tekinsizliğini açığa çıkarır. Dasein, kaygı ile en saf hali fırlatılmışlığı ile karşı karşıya gelir. Kaygının nedeni, ilgilenme ile belirgin varolan şeyler değildir. Kaygı ile gelen endişe, belirgin el-altında-olanlardan ya da mevcut-olanlardan gelmez. Kaygı halinin, çerçeveleyen-dünyadaki varolanlar ile hiçbir ilintisi kalmamıştır. Kaygı halinde, içinde var olduğu dünya, hiçbir şey ifade etmeyen ilintisiz dünyaya dönüşür. Dünyanın hiçliği, kaygının kaynağı olur.

Hiçlik ile kaygı halindeki Dasein, hep şuradadır ve kendisidir artık. Korkarken ve gayrisahih gündelik halindeyken; kaygı da dünyasallıktan kopmuş olduğu için, kendi sahih var oluş olanağı açığa çıkar. Korku için tesis edici olan unutma ile onun kafası karışır ve dünyevi olanaklar içinde devamlı gider gelir. Korku onu öne koşturur ve şimdileştirir. Kaygı ise, onu fırlatılmışlığına geri götürdüğü içindir ki, durmasını ve şimdiye mesafe koymasını sağlar. Kaygı, korkunun aksine, ilgilenme ve bir-şey-için bakış içinde kendini kaybetmez. Kaygı, onun kendi olmaklığından doğar.

Kaygı, hep şuradadır ama hiçbir görünümde değildir. Kaygı o kadar yakındadır ki, endişe onun tüm bedenine yayılır. Ama yine de, hiçbir yerde belirmiş değildir. Kaygı, onun sınırlı zamansallığının ontik cevheridir.

Gelecek anlamayı, oldum-olasılık duygu-durumu, düşmüşlükte şimdide olmayı sağlar. Korku, kaybedilmiş ve edilecek şimdiden ve gelişmelerden doğarken; kaygı kapalılığı-açma-kararlığının geleceğinden ve gelecek olmasından doğar. Kaygı, aslidir. Kaygı, ‘fırlatılmış ölüme-doğru-varlık olarak dünya içinde varolmaktan’ ortaya çıkar.

 

Sonsöz: ‘Varlık ve Zaman’ adlı eseri yaptığı çeviri ile daha değerli hale getiren ve bu yazıya dil olarak kaynak sağlayan Kaan H. Ökten hocamıza çok teşekkürler.


Dünyayı Kurtaran Adam


“Cüneyt Arkın ve Aytekin Akkaya, bir nükleer savaş sonucu dünyanın 24 saat enerjisiz kalmasını araştırmak üzere uzay gemileriyle çıktıkları yolculuk sırasında bilinmeyen bir gezegene iniyorlar. Ve orada kendilerini bekleyen tehlikelerden habersiz araştırmaya koyuluyorlar. Filmde bilinmeyen gezegen için mekân olarak Ürgüp, Göreme yöresindeki Peribacaları kullanılacak. Sihirbaz, Saylonlu Kızlar, İskelet Adamlar, Kıllı Adamlar, Katran Adamlar, Ejder, Taş Adam ve Robot Cüneyt Arkın’ın kıyasıya dövüşeceği doğaüstü güçlere sahip ölümsüz yaratıklar olacak…”  Hey Dergisi, Mayıs 1982 


’Sana ulaşamamak kaybetmek değildir Dünya'

Dünyayı Kurtaran Adam, araklama senaryosu ve filmlerden aşırma dolgu görüntülerle, 1982 yıllı Yeşilçam’ına özgü sıradışı film. B türü sinemaseverlerin, ‘the best worst movies’ dedikleri, en iyi kötü filmler listesinde yıllardır üst sıralarda. Star Wars’tan arak görüntüleri sebebiyle ‘Turkish Star Wars’ adıyla da bilinir DKA. Bilim-kurgu diye işe girişilir ama az para prodüksiyon ve kırık dökük senaryo açığını kapamak için Yeşilçam’a özgü serserice çözümleriyle eşine rastlanmaz ucube görsel şölen olur. Tüm garabetine rağmen, kisch, çöp film denilen DKA’nın kült olmaktan öte özgün ve biricik sanat nesnesi olduğu iddiamı kim çürütebilir? İrfan ve niyet farklı olsa da, biricik olmak adına Pasollini’nin Domuz Ahırı’ndan ne eksiği var DKA’nın?


Dünyayı Kurtaran Adam

Galactica, Gordon Yeşilcamı:

DKA’ın senaryosu başta Galactica olmak üzere, Flash Gordon ve Uzay Yolu’ndan araklamadır. Sanılanın aksine, Star Wars anlatısı yoktur, görüntüleri vardır. Galactica’daki kayıp dünyalarını arayan ve Saylonlularla mücadele edenlerin Yeşilcam versiyonudur.

Galactica’daki semitik-mistik ‘13. Kavim’ miti ve kayıp kıta, Türk-İslam sentezine tabi tutulur 12 Eylül vizyon günlerinde DKA’da. Nevşehir Hacı Bektaşi Veli Türbesi ve Yeraltı Kiliseleri, dinler arası diyaloğun görsel yansımasıdır; ‘Bilge’ dış sesle diyaloğu anlatır. Galaktica’taki yüzbaşı Apollo ve kaptan Starbuck dostluk ve rekabet ile Murat ve Ali karakterine ilham verir, sanki sette o gün yazılmış gibi çılgın diyaloglara. Kötülüğün lideri Sihirbaz, Flash Gordon’daki kötü büyücü Ming’in yerlisidir; Gordon’un tema müziği, sıkça kulakları çınlatır. Eklektik, çorbada tuzumuz olsun misali Arkın’ın hayalleri ve İnanç’ın haytalığı ile ortaya hiçbir şeye benzemez çıkar.

Komik

İnsana özgü olanın dışında komik yoktur, ki doğada komedi yoktur. Komik çoğunlukla, hayatın olağan akışıyla beslenir cinsten olmalıdır maalesef; ayağı kayıp düşen misali. Yoksa içinde taşıdığı hakikat nedeniyle; saçma, absürt ile yaftalanır ve görmezden gelinmeyle cezalandırır ahalide. DKA’nın benzetmek gibi olmasın, ayağı kayıp düşmüştür ama bir ciddi farkla, bile isteye. DKA ile kırmızı ve siyah peluş yaratıklar, alüminyumdan hallice robotlar, kıllı insansı canavarlar ve de kutsal parayı kazanmak için laubali film pratiğiyle endam eder. Ciddiyetle boşvermişlik, Yeşilcam stili koy rahvan gitsin yapımcılık şahikasıdır o, güzelim 1980’lerde. Ciddi olamayacağını bilmek ve güldürememek, sonrasında ciddi ile gülünç arasında hayta turlamalar ve sonuç diyaloglarda Şekspir’e röveşata çekmek.

DKA’ın Yapım Koşulları ve Rivayetler:

1990’lara kadar Türkiye’de yabancı filmler eğer tescil edilmediyse, telifsiz ürünler kabul edildiği için DKA’nın yaptığı görüntü ve ses alma, yasalar dâhilinde suç değildi ve 15’ten fazla yabancı ve yerli filimden ve belgeselden görüntü intihal edilir.


DKA’ın ilginç ve döküntü görsel-işitsel efektlerinde Kunt Tulgar’ın katkısı büyüktür. Tulgar, tıpkı Çetin İnanç gibi Yeşilçam usulü fantastik-avantür filmler üretir yapımcı-yönetmen olarak ve İstanbul semalarında uçurduğu Ken bebekli ‘Süpermen Dönüyor’ ile tanınır. Açılışta İki kahramanın düşmanlarla uzaydaki çatışması sahnesi, Tulgar’ın fikridir; ilk Star Wars filminin gösterim kopyasından negatifleri alır, keser ve kurgular. Stüdyoda aydinger perdenin arkasından yansıtılır, perde önünde iki kahraman uzay aracı kokpiti içinde görüntülenir. Tulgar filmin ses miksajını da yapar;  başka filmlerden ve özellikle Raiders of the Lost Ark gibi tematik müzikleri kullanır, böylece ses-müzik miksajı da hilafsız aşırma olur. Lazer silah ve ışınlanma efektleri, film negatifinin üzeri toplu iğneyle kazınarak yapılır. Yeşilçamın efsane figüran-aktörü Yadigar Ejder, filmde kıllı adam olarak yer alır. Yüksek sanat sıfatlarıyla goygoy yapan Çetin İnanç yıllarca ‘Yetenekleri varsa, daha kötüsünü çeksinlerde, göreyim.’ der.

“Jet Rejisör” Çetin İnanç diyor ki:

“Serseri bir gençtim. Ben özürlü de olsa çocuğumla alay ettirmem; hem biz, 2300 yılının filmini yaptık. Cüneyt’in senaryosuna benim eklemelerim oldu. Filme akıllı başında adamlar da gelir diye; dinler savaşı, iyiyle kötünün mücadelesi, arkadaşlar arasındaki rekabet, ihanet gibi temel konuları kattık. O zaman şimdiki imkânlar yoktu, biz yoklukta yaptık. Aksiyon filmleri yaptım ama istediğim filmi hiçbir zaman yapamadım. Bazıları benim için ‘palavradan filmci’ der. Hayat palavra be, hangimiz palavradan değiliz?” 


Dünyayı Kurtaran Adam

Saçma

Akla ve mantığa aykırı tanımıyla sıfat kullanılan saçma (absürt); aynı zamanda insanın kendi varlık-deneyim alanını kapsayan ve çelişkilerle yaşamın tümüne sirayet eden akıldışılığın, bilinç ve anlamlandırma düzeyindeki idrakidir bazı bazı. Bu idrak sürecini ve Hiçlik’i, uzun uzun anlatır Albert Camus iki dünya arasında kalmasıyla.

Bir olaya, bir anlatıya veya DKA filmine saçma sıfatını, betimini layık gören eğilim; tüm tekilliklere sirayet etmiş saçmanın olumsuzluğunu ve olumsuzlama kaldıracını sindirme enerjisidir. Sektör olmuş sanat, gündelik beğeniye ve temayüle uyumsuz gerçeklik anlatılarını, kitch (çöp, değersiz) diye hazırlıklıdır sınıflamaya.

Biçimsizliği harman eden komik ve ötesi mizah (humor), uyumsuzlara dergah açan saçma; münevver ikilidir akademik olmayan felsefenin ciddi bir iş olmasında. Karşılaşmanın ve karşılaştırmanın bizatihi kendisi saçmalığı doğurur. Saçmaya öykünen eser, kabul görmeyeceğini bilir; yakışık almaz sıfatların hepsi onun olacaktır. Sıçrayarak aşmaya heveslidir saçma estetik ve sadece ortaya koyma, estetik veya kafidir.

DKA’dan Çılgın Diyaloglar:

- İnsan beyin moleküllerinin sıkıştırılmasıyla oluşturulan bir tabaka, dünyayı koruyordu….

- Korktuğumu söylersem beni ayıplar mısın? / - Kork, ama belli etme….

- Sana âşık oldu / - Hayır. Sadece hissetmenin güzelliğini sezdi…

- Vücudundan kurtul, sadece zihnin ve ruhun ile yaşa. O zaman toprak altında nefes alabilirsin…

- Bana uzayda kimse karşı duramaz…

- Burası Hacı  Bektaşi  Veli Hazretlerinin türbesidir evlat. Bin uzay yılı öncesinden kalmış. Dünyadan kopmuş bir yatır…

- Burada zaman yoktur. Ölümsüzlük vardır. Zamanı aştık biz. Ben 1000 yaşındayım ama ruhsal değil, bedensel ölümsüzlüğe sahibim…

- Sana ulaşamamak, kaybetmek değildir Dünya...

Kişisel Hatıram:

1990’ların başıydı sanırım. Apartman çatı arasında bulduğum eski ve renkli dergileri, gazeteleri okuyordum; o zamanlar yakın geçmiş merak edilesi, keyifli geliyordu çocuk aklımca. Bekledikçe sararan sepya rengi gazete kağıdı ve rutubetle yeşile giden kağıt dokusu, bana iyi geliyordu. Yine bir gün çatıda dolanırken, ‘Hey Dergisi’ geçti elime ve Arkın’ın film haberini gördüm ve resimlere baktım heyecanla. Bilim-kurgu diye hayal etmeye çalıştım filmi, izlememiştim, sinemalarda 7-8 önce oynamıştı, yerli yıldız savaşlarımı merak ettim. Birkaç ay sonra, hafta içi bir öğle saati Türkiye’nin ilk özel kanallarından Teleon’da denk geldim. Gelmez olaydım, hayal kırklığına uğramıştım ama film muhteşemdi.

Hayal derken, Amerikan sineması ve yaşam tarzıyla büyümenin verdiği hayal dünyası. Kırgınlık derken, yolunu bilmez ergenliğimin karanlık içinde yurt arayışını hatırlıyorum. Dünya’nın neredeyse her karış toprağı aynı hayal ile yaşıyor ve yaşatılıyorken; Dünya’yı Kurtaran Adamı’ın Türk olması, içinde yaşadığımız ve ayağımın toprağa değdiği düzlemde tabi ki; hayal kırıklığı olacaktı. O günden sonra hiçbir hayal kırıklığım, DKA kadar neşeli, berduş ama biricik olmadı.


Hey dergisi, 1982

'Sevmek Zamanı' - Ben Senin Yalnız Resmine Aşığım


Yapımcı, Senarist, Yönetmen: Metin Erksan
Oyuncular: Müşfik Kenter, Sema Özcan
1965, Siyah beyaz  


Filmin konusu, surete âşık olmaktır. Filmde boyamaya gittiği köşkün duvarında asılı kadın resmine âşık olan boyacı Halil ile resmindeki kadın Meral’in öyküsü anlatılır. Yönetmenliğini Metin Erksan’ın yaptığı film, çekildiği dönem içerisinde taşıdığı yenilikçi anlatımı ve hikâyesi nedeniyle dağıtımcı bulamadığı için sinemalarda gösterime girememişti.

Sevmek Zamanı - Metin Erksan


Unutulmaz Sahnenin Diyaloğu:

Meral: Niçin benim resmime bakıyorsun? Cevap vermeyecek misin bana? Yoksa gerçeği söylemekten korkuyor musun?
Halil: Öğrenmek istediğini Mustafa söylemiştir sana.
Meral: Ben, senin söylemeni istiyorum. Herhalde bana ait bir şeyi öğrenmek hakkımdır.
Halil: Hayır, sanan ait bir mesel değil bu. Resminle benim aramdaki bir durum seni ilgilendirmez. Ben senin resmine aşığım.
Meral: İyi ama âşık oluğun resim benim resmim. İşte ben de buradayım, söyleyeceklerini dinlemeye geldim.
Halil: Resmin sen değilsin ki. Resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil, resmini tanıyorum. Belki, sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın.
Meral: Bu davranışın bir korkudan ileri geliyor.
Halil: Evet, bir korkudan ileri geliyor. Bu korku sevdiğim bir şeye ebediyen sahip olabilmek için çekilen bir korku. Ben senin resmine değil de, sana âşık olsaydım o zaman ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme. Belki de alay edecektin sevgimle. Hâlbuki resmin bana dostça bakıyor. İyilikle bakıyor. Ve ebediyen bakacak.
Meral: Ben de sana bakmak istiyorum.
Halil: Hayır, benle resminin arasına girme, istemiyorum. Ben senin yalnız resmine aşığım.


Birkaç çeşit boşluktur belki de bizleri yaşatan, güncele ve ihtiyaçların dairesi içinde yaşamaya mecbur bırakan. Sevilen varlık, “Sevmek Zamanı” filmindeki erkek karakterin karşılaştığı gibi kadın olunca, erkek için evren artık onsuz kavranılmaz olmuştur. Bir resim, insanın tüm anı ve yaşamı kavramasına yetebilir, muktedirdir. Endişe ve heyecanın nedeni, resimdeki kadının beden-fizik olarak, dünyevi tatmin olmanın imkânsız halleri içinde yeni yoksunlukları erkeğe yükleyecek olmasıdır.



Filmdeki erkek karakter kurulabilecek olası iletişim içinde yaşanacak alışkanlıkların, cazibeyi ve tutkuyu yok edeceğinden korkmaktadır. Erkek, kadının beden bütünlüğünü göstermeyen portre resminde, tamamlanmamış imgesiyle tekil ve ifade edilemeyen bir iletişim kurmaktadır. Kadın, erkek için taşıdığı gizli kalan (gölge-müphem) yanını bilmez, bilemez veya bilmek istemez. Kadın, sadece tecimsel olanın, zengin–fakir ayrımlarının, meta fetiş nesnelerin, sınıflar arası baskının yıkılmasının bu ilişki ve gönül macerası için yeterli olacağını düşünmektedir. 

Erkek maddi zeminler aşılsa dahi, kadının resmiyle olan iletişiminin, kadının kendisi ve bedeniyle olan ilişki içinde yiteceğini, belki de kirleneceğini sezgilemektedir. Ama fiziksel iletişim, âşık için kaçınılmazdır. Bedenler, tam olmamışlıklarında aşk halini kapsamasalar dahi yok edemez, yaşatırlar, aşmaya teşnedirler. Erkek yaşadığı hissiyatın,  yaşayarak kirlenmesine izin vermek istemeyebilir. Ama ötekisiz de ölemeyeceğini bildiğinden, zorunlulukla kendini kurban ederek sevecektir.  Aşık kalacaktır. Hayallerine yenik düşenlerden olacaktır.

Türk sinemasının usta ismi Metin Erksan, 2012 yılında 83 yaşında vefat etti. “Sevmek Zamanı” modern dünyanın insan halleriyle, tarihten devşirilen suret ile bütünleşme özlemine dayalı mistik deneyimleri harmanlayan sade ve özgün Türk filmi olarak dünya sinema tarihindeki yerini aldı.

"Bellek, varolanın gizlediği şeyi ancak “bir an için tüm anlamıyla” içerir." (Bataille) İnsan, belleğinde geçmişten geleceğe huzuru ve arzuyu yaşama hasretiyle devinmektedir. Erkek, resim üzerinden karşılaştığı fenomenin tam olarak bir anlığına yaşattığı “her şeyi kuşatan” yanılsamayı yaşar ve söyler: Ben, senin yalnız resmine aşığım.


Nefretimden Prangalar Eskittim


Kin, hiddet, infial, kızgınlık, garez, hınç, tiksinti. Ve Kelam’ın Celal’i… “Söz uçar, yazı kalır” ilkesinin, nizamını kaybetmesinin üzerinden uzun ama çok uzun zaman geçmiş olmasına rağmen; yine de temayüllerin içinde kalarak yazıyorum sadelikle. Yazı-yorum, yapıyorum. Derlemelerden oluşan deneme biçiminde.

İnsan benliğinin nihaî arzusu, saygı görme isteği. Saygı, iyi bir işe ve statüye sahip olmaya bağımlı ise; benliğin, kendiliği üzerinden kuracağı ilişki bile çoğunlukla toplum kipinde oluyorsa; insanın ölçüsü ve ölçütü, dün-bugün ve sanırım yarın sadece ekonomi ise; birileri, bunun dışında gerçeklikler olduğuna ve yaşadıklarına dair anekdotlar anlatıyor ise ve bu anlatılar, onların Tanrı’nın şanslı kulları olduklarını göstermekten başka hiçbir işe yaramıyor ise; birçok ilişki, iletişim biçimi daha kuruluş aşamasında derme-çatma olmaya, geçiciliğe ve sönmeye mahkûm ise; sevgi ve ötesinde saygı görme isteğinin, istediğine ulaşamaması dürtülerin öncülüğünde nefret ile zemin bulmaz mı?


Nefret, insanın başka bir insanın mutsuzluğunu ve acı çekmesini istemesi imiş. Sevme yetisini yitirme hali diyorlar sana sevgili Nefret… Sesini duyar gibiyim “Sevecek yerlerim ağrıyor” der gibisin. Sevgilerimiz, saygılarımız çoğunlukla dolayıma, çıkara ve hatta falana filana tabi. Oysa ki nefret ederken sen gerçeksin, ben gerçeğim. Nefret bizim en saf, dolayımsız ve kötücül duygumuz. Sevgiler metafor; nefretler gerçek.

İnsanının doğuştan gelen yıkıcı içgüdüsünün ilk duygusu haset ve onun sonraki dönemlerdeki yansıması nefret diyordu Melanie Klein, “Haset ve Şükran” adlı çok önemli eserinde. Aynen aktarıyorum: “Haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur. Hasetli itki, o istenen şeyi sahibinden çekip almaya yâda bozmaya, kirletmeye yönelir. Şu da var: Haset, öznenin sadece bir kişiyle olan ilişkisiyle ilgilidir ve kökeni de anneyle o herkesi dışlayan eski ilişkide yatıyordur. Kıskançlık da hasete dayanır, ama öznenin en az iki kişiyle ilişki içinde olmasını gerektirir: Özne, kendi hakkı olan sevginin rakibi tarafından elinden alındığına yâda alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna inanıyordur. Kıskançlığın günlük kullanımında, sevilen kişiyle özne arasında bir üçüncü kişi girmiştir.”

Malum futbol derbisini izliyorduk; arkadaşım, karşı takımın 87. dakikada gelen kafa golünü görünce maçı izlediğimiz kafenin ortasında ayağa kalkmış ve son söz hakkını kullanarak şöyle bağırmıştı: Nefretimsin… Yakın arkadaşımın bir iş-proje sonrasında yaşadığım hayal kırıklığına karşı, soyadıma atıf yaparak söylediği “Usta, yine çırak çıkmışsın” kinayesi ile içine düştüğüm şaşkınlık olarak nefret… İki arada bir derede kalmanın ve Anadolu’da olmanın zaman zaman nefret dolu sitemkâr benliği; bir yanı ile Cemil Meriç, bir yanı ile Kahveci Bulut abi…

İçgüdülerine bağımlı, duygularıyla hareket eden ve iradesini akıl ile yönetmeyen insanının; toplum düzeninde ahlaklı olamayacağını söyleyen Kant, kurduğu Akıl Ülkesi’nden nefret, tamahkârlık ve benzeri duyguları kovmuştu. Ne var ki, üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen üstat Kant’ın Akıl Ülkesi’ne “göçmen başvurusu” çok az oldu. “O büyük şey neydi, arıyorduk gözlerimizle” şarkısını dinliyorum Zerrin Özer’den, yakın dönemde anladım Özer’in neo-Kantçı olduğunu. O büyük şey neydi, Yüce mi? Görsek de, gitsek diyorum.

Nefreti anlamak için Google’lamak istiyorum. Google henüz kelimenin anlamını sorgulayamıyor, meta olarak dizine ekliyor. Aslında tıpkı bizim gibi, sadece kelimenin kelimeliğine bakıyor; kelimelere takılıyor, ”eee, şey işte diyor” sanki Google, henüz semantik çözümleme yapamıyor; gündelikler telaşında bizim yapamadığımız gibi. Diğer yandan semantik web çalışmaları almış başını gidiyor; yakında anlam, http düzleminde çözülecekmiş. Milyarlarca sosyal medya verisi ve sahipleri -Allah’ım nasıl da büyük terabayt- algoritmalarda dolaşıyorlar. Ve Darknet ve Bitcoin ekonomisi gittikçe büyüyor, kayıt dışı okyanuslara çok az kişi, hacker girebiliyor şimdilik. Günde -evet, yanlış okumadınız günde- milyon Dolar değerinde Bitcoin kazanan adam, hiç görmediği Darknet piyasa rakibini, yine hiç görmediği tetikçiler kiralayıp, Bitcoin ödemesi yaparak öldürtmüş. Sanal nefret üzerinden, gerçek ceset hizmeti sunuluyor bir iki tıklamayla.

İnsan bilgisi ve deneyiminin kabaca yüzde sekseni, göz ve görme ilişkisi üzerine kurulu. “Ben ve Dünya” diye bir resmin içinde dolaşıyoruz ve resmin içinde kendimizi bazı bazı boşaltılmış, resmi ve gayri resmi olarak resmin dışına çıkarılmış hissederken; aynı zamanda resmin çerçevesinin dışına benlik ve bütünlük olarak çıkmaya dair akıl, sağduyu yetisini ve pratiklerini yitirmişken; bu hal ve gidişatta âlemin kinetik enerji kaynağı değil mi nefret? Böyle bir eko-sistemde Arif çok yaşamaz; yaşasa bile sesi cılız, bedeni obezdir. Nefret, devamlılığı ile müsemma ve moderndir.


Peki ya, nefret söylemi? Söylemin, daha cürüm ortaya çıkmadan suç olarak görülmesi ve cezaya dâhil edilmesi; bireyin fikir ve eylem özgürlüğüne, tercihlerine karşı insan hakları ihlali değil mi? Marketteki indirim reyonundan alınmış veya kullanılması için bedava dağıtılmış kavram bile olmayan kavram “faşizm-faşist” kelimeleri üzerinden kurulan söylemler; kendilerine tabi olmayanları, nefret suçuna dâhil etmek isterken; bazı iştiraklerin “Sizden olmayan yığınları, güdün” kuruluş ilkesiyle mi hareket etmektedir acaba? Nefret söylemi insanlık suçudur; diyen PR çalışmalarına, toplumda tabanı olmayan sivil toplum kuruluşlarına; belki bir gün yerde, “Senede bir gün buluşuruz” diye umut besliyoruz ve onları alkışlıyoruz. Ama alkışlarımızla yaşayan Zeki Müren bile aramızda yok artık. Nefret -rahatsızlık verecek ama- insanın temel düşünce ve eylem özgürlüğüdür. Sonrası yargıya taşınır; yargı da bildiğiniz yargı işte: zarif…

Temsilin temsiline hakikat payesi verenlerin; söz ola, tadındaki temcit pilavlarının ve Dünya bir sahnedir, diyen Şekspir’in sözünün hiçbir öneminin, hatta anlamının olmadığı düşünüyorum; muzafferlerin bile karikatür olduğu yerkürede... “Büyük aşklar, nefretle başlar” amentüsüne dönelim, yaşanmış olduğuna dair dedikodular var, belgesellerin yalancısıyım. Haa, bu arada Louis Aragon “Mutlu aşk yoktur” demiş. Siz Louis’i ciddiye almayın… Amelinden uzak arzulara sahipsin, olmayınca olmuyor diyemiyorsun; diyememen öğretilmiş, şartlı reflekslerle nefretlere geliyorsun, internet mecrasında Zalim Caps’ler dolaşıyor; gülerek sakinleşiyorsun. Ekmeğin, tuzun var mı diye soran yok…

Nefret sevgiye benzemez, hayal kırıklığına uğratmaz; zaten kendisi hayal kırıklığıdır. Nefret, sevgi üzerinden yaşanacak olası bir acıyı müjdelemez; o zaten acı ile yola çıkmıştır. Nefret eden kişi, kızgındır ve kendisini “günah keçisi” olarak görür. Günah keçisi, günahı olmayanı kurban ederek; kutsal olmayan yaşama kutsallık katmak için kan dökenlerin, mağdurudur. Sırası değil ama sırası gelmeden ekleyeyim; Tevrat’taki On Emir’den biri şöyle der: “Çünkü ben, Tanrı RAB, kıskanç bir Tanrı’yım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım.”

İnsan -ne eylerlerse eylesin- ölümlü olduğunu bile bile yaşamanın dehşetinde, bir gün mutlu, 7 gün mutsuz günlerinin getirdiğinde, 3 vakte kadar çürüyen madde olacağının bilgisinde, zaman içinde zamanın, hayatının gerçek yüklemi olduğunu anlayarak; yaşamı mümkün mertebe içine sindirip, nefreti dindirebilir ve şükrana geçebilir. Bu konumda rivayetler, ameller çeşitli. Her şeyin sonu gibi, bu yazınında münasip biçimde toparlanması bekleniyor ama hayat, böyle münasebetlere pek imkân vermiyor. O yüzden bu yazı, hayat gibi insana yarım bitti…

Ahmet Usta

Psikeart ‘Nefret’ 42. sayı - Kasım 2015


Mutluluk mu? Alırım bi Dal…



Mutlak varlığın bir veçhesine ulaşma isteği veya yanılgısı mı? Babalardan, dedelerden devralınmış kaderin yükü altında; kaderin cilvesini birey yazgıya dönüştürme isteği mi? Kişi, statü, sınıf gözetmeden hepimizi kapsayan ekonominin zorunlu eğitim tezgâhından tedarik edilmiş keyif verici maddelerin içinde çeşitli arayışlar mı? İnsanın heveslerini ertelemesiyle -nedense hep Parisyen- oluşan boşluğu kapatmaya çalışması mı? Vuslat mı mutluluk?

Bildiğimiz ve kabul etmemek için bin dereden su getirdiğimiz hayat; insana verdiği tüm istikametlere ve enkazlara rağmen, “para, çokomel eğrisi” Cem Yılmaz’ın dediği gibi. Paranın tahakkümü karşısında insan arzularımızdan hayvan isteklerimize doğru akıntıya kapılıyor ve kendi ederimizi de bilemiyorken; mutluluk üreten teknik araç olarak para dışında bir şey olmamasına rağmen varmışçasına konuşanların olması –muhafazakâr veya liberal konuşmacılar, beyin iğfal şebekeleri- ve aç olanın kendini bırakıp, tokun halinden anlamaya zorlanması ve de anlaması; en sonunda çaresizlere, parasızlara “hayırlısı olsun” diye biten cümlelerle kanlarına zerk edilen imkânsızlık halleri. “Parayı veren, düdüğü çalar” ilkesiyle dönen koca dünyada, düdüksüz kalanların güdük kalması ve güdüklerin hasretleriyle yeşerttiği sosyal hayat. Daş eksiliği de vahim. Vatandaş, arkadaş ve yoldaş olamamak; olmuşların da yetmemesi. Ortaklıkları olmayanların, cemaat olmadan yaşayanların habitatları içinde yaptığı sondaj faaliyetleri. Vatandaşlık bilinci ile bireyliği arasında orta payda kurmayanların, kurmak istemeyenlerin; pay peşinde yalan, dolan ve kurgu eko-politik işlikleri. Yoldaş olamamışların, kurgular içinde hareket etmek zorunda kalmasının ortaya çıkardığı demirden leblebi: libidinal ekonomi. “Paşa torunundan ne eksiğim var, ben güzellikler istiyorum” misali sonlu zamanında, sonsuz hazlarını gerçekleştirme isteğinin belli bir muhasebesi, artı haneye yazıldığında oluşan duygu-durum mu? Aydınların, yersiz yurtsuzların yorgun bedenlerindeki nikotinli nefeslerinden çıkan cılız ve mahcup iki üç kelam mı mutluluk?

Sıradan bir Hollywood filminin sonu gibi: Happy End. Görülmemiş ama duyulmuş; ele avuca geleceği ümidi ile gece yastıklar ıslatılıp, sabaha güneşin doğuşuna ve mavisine hayırlısı olsun, çok şükür, Allah büyüktür; diyenlerin aradığı gürbüz hayal-et… Sokakta yürürken kulak misafiri olduğum iki kız arasındaki sohbette şöyle demişti daha dekolte giyimli ve tiki olan, arkadaşına “Ekstra mutlu olmak, şimdiden daha çok mutlu olmak istiyorum.”… Masaj salonu adı altında çalışan bazı işletmelerdeki bayan seks işçilerinin aldıkları ücret karşılığında hak ediş garantisi olarak kullandıkları ifade: Masaj + Mutlu Son.

Eski bir kelime: Becayiş, gündelik doyum ve yeniden dolum ekonomisi içinde yaşamamızı yeterli ve mümkün kılacak iletişim biçimi olabilir mi? Beklentilerini birbirlerine sunan kişilerin, nesne-duygu-hal olarak verdikleri ne olursa olsun, farklılıklarını koruyaraktan yarattıkları özdeşlik hali ve bu bütünleşmenin asgari de olsa yıkıcı değil, yapıcı süregitmesi durumunda oluşacak hal, ahbaplık ilişkisi; mutluluk olabilir mi? Mutluluk üzerine düşünmek ile konuşmak arasında iletişim nedeniyle farklılık var. Farkı yaratan iletişim içindeki kişinin hem kendiliği hakkında tam bilince sahip olamaması, hem de en az iki kişi arasında geçen iletişimin uyuma ve indirgemeye tabi olması. Sonrasında söylenen söz ile düşünce uyuşmuyor, belki de daha öncesinde hislerimizi kendimize ifade ederken bile mutluluk, Alice’in Harikalar Diyarı’na kaçıyor?... “Seni doğurduğum güne, lanet olsun” diyen bazı annelerin bazı mutsuz çocuklarının yaşadıkları biçarelik karşısında; hep dönmeyi arzu ettikleri geçmişlerindeki rahim günlerine, Okyanusa özlem mi mutluluk? Alice diyor ki: Mutlaka.

Altı yaşındaki yeğenimin hoplamalı, zıplamalı oyunlaşmadan sonra bana söylediği “mutluluk krizi yaşadım” ifadesi; mutluluk ve kriz bir arada. Çocuk olmanın hala berrak ve henüz eğitim tezgâhında yoğrulmamış bilincinde oluşan manidar ifade, haz veren oyunların azlığı kadar fazlası da kriz yaratabilir mi? Tarih, hayırları az biçimde evet diyor… Tabi olduğumuz, müptelası kaldığımız şeylerden, kişilerden veya hepsinden anlık, kısa süreli kopabilme isteği; sarhoşluk anları. Kendinden biraz kurtulmanın, kendini sıhhatli kaybetmenin, bilincini ve belleğini bir süre yitirmenin huzuru ve hatta gudubetliği mi mutluluk?

“Varoluşun özü, sonsuzluk özlemiyle yanan insanın sonluluk çırpınışıdır.” Kierkegaard’ın sözü dır eki ile bitiyor. Sonlu insanın, sonsuz dır eki içindeki mücadelesi ve “imkansız” olarak beliren mutluluk. Dır cümledeki özneyi, nesne kılıyor… Kişinin yaşanmış zamanın ürünü olan hafızasının; hatıralar, hatırlamalar ile yeniden dile, düşünceye getirmeye çalıştığı ve de yeniden üretmek istediği geçmişin izlerinden oluşan kolajlar bütünü mü mutluluk? Mutluluk üzerine sözlenen sözün veya eylemin, çoğunlukla onu bizden uzaklaştırdığı hatta uzaklık mesafesini koruduğu düşünüldüğünde, tıpkı hakikat arayışımız gibi ulaşılması arzulanan bir erişim noktası iken, varlığının koşulu -bu yazıda olduğu gibi- bilinmezliğinden neşet ediyorken; onu gelecekte mi arıyoruz? Hep bir gelecek kipi var; şimdi ve burada olanın dışında, olumsuzlamasında; böylelikle insansı ama tezahürleri belirsiz. Muğlâklığı ile baki mutluluk ve şarkıdaki gibi “Yokluğunda çok kitap okudum, neredesin nerede”

Anlama yetisi ile dünyayı ve kendini yorumlayan aklın, zihin formları ile varmak istediği somut olmayan, doğaüstü estetik yargı hatası mı? Görme ve görünüş deneyiminin bellek üzerinde yarattığı ontolojik proje mi? Olayların içinde ve şekillendirmesinde ruhsal birikiminin somutlaşma arayışı mı? İnsanın, ölümlülüğüne ve mutlak hiçliğe rıza göstermesi mi mutluluk? Düş gücü olabilir mi? Hayal kurma yetisi ile insanı, ne ise o olmamak üzerine hülyalara, amellere yönelten imge mi? Gece rüyalarda ortaya çıkan iştahların makullerini, gündüz düşlerinde aramak mı? Terk edilme ve zorunlulukla bir gün kendimizi de terk edecek olmanın kaygısında; korkularımızı yatıştıracak, yatıştırıcı binlerce şey istemek mi mutluluk?

Mutluluk, hep bir eksik. Eksik olan, şeylerin eksikliğinde hissedilen eksiklerin en güzeli: Bir. Gerçekliğin simgesel düzleminde -dil ve ekonomi işliğinde- henüz olagelmemiş, boşluğu ile yer kaplayan varlık alanının işareti. Hakikat ve arzu gibi mutluluğu da tam olarak bilmiyoruz ve üçünü bilen yâda öğretecek biri olmadığı için -bildiğini iddia edenler hakkındaki şüphelerimiz bitmediği için- el yordamıyla, akıl yürütmeyle arıyoruz. Bilmediğimizi bilmek istiyoruz ve bunun mutluluk olduğunu öğrenmişiz.

Başta yazmam gerekeni, sona bıraktım. Bunları, kırk yıldır çoğunlukla mutsuz olan biri olarak yazdım. Peki, o zaman “ölümlü dünyasında istemekten vazgeçmeyen varlığa, insan denir” deyip, bitirelim.

Ahmet Usta
Psikeart "Mutluluk" sayısında yayınlanmıştır, Eylül 2015