Filmin konusu, surete âşık olmaktır.Filmde boyamaya gittiği köşkün
duvarında asılı kadın resmine âşık olan boyacı Halil ile resmindeki kadın
Meral’in öyküsü anlatılır. Yönetmenliğini
Metin Erksan’ın yaptığı film, çekildiği dönem içerisinde taşıdığı yenilikçi
anlatımı ve hikâyesi nedeniyle dağıtımcı
bulamadığı için sinemalarda gösterime girememişti.
Halil: Öğrenmek istediğini Mustafa söylemiştir sana.
Meral: Ben, senin söylemeni istiyorum. Herhalde bana ait bir şeyi
öğrenmek hakkımdır.
Halil: Hayır, sanan ait bir mesel değil bu. Resminle benim aramdaki
bir durum seni ilgilendirmez. Ben senin resmine aşığım.
Meral: İyi ama âşık oluğun resim benim resmim. İşte ben de buradayım,
söyleyeceklerini dinlemeye geldim.
Halil: Resmin sen değilsin ki. Resmin benim dünyama ait bir şey. Ben
seni değil, resmini tanıyorum. Belki, sen benim bütün güzel düşüncelerimi
yıkarsın.
Meral: Bu davranışın bir korkudan ileri geliyor.
Halil: Evet, bir korkudan ileri geliyor. Bu korku sevdiğim bir şeye
ebediyen sahip olabilmek için çekilen bir korku. Ben senin resmine değil de,
sana âşık olsaydım o zaman ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın
yüzüme. Belki de alay edecektin sevgimle. Hâlbuki resmin bana dostça bakıyor.
İyilikle bakıyor. Ve ebediyen bakacak.
Meral: Ben de sana bakmak istiyorum.
Halil: Hayır, benle resminin arasına girme, istemiyorum. Ben senin
yalnız resmine aşığım.
Birkaç çeşit boşluktur belki de
bizleri yaşatan, güncele ve ihtiyaçların dairesi içinde yaşamaya mecbur
bırakan. Sevilen varlık, “Sevmek Zamanı” filmindeki erkek karakterin
karşılaştığı gibi kadın olunca, erkek için evren artık onsuz kavranılmaz
olmuştur. Bir resim, insanın tüm
anı ve yaşamı kavramasına yetebilir, muktedirdir. Endişe ve heyecanın nedeni,
resimdeki kadının beden-fizik olarak, dünyevitatmin olmanın imkânsız halleri içinde
yeni yoksunlukları erkeğe yükleyecek olmasıdır.
Filmdeki erkek
karakter kurulabilecek olası iletişim içinde yaşanacak alışkanlıkların,
cazibeyi ve tutkuyu yok edeceğinden korkmaktadır. Erkek, kadının beden
bütünlüğünü göstermeyen portre resminde, tamamlanmamış imgesiyle tekil ve ifade
edilemeyen bir iletişim kurmaktadır. Kadın, erkek için
taşıdığı gizli kalan (gölge-müphem) yanını bilmez, bilemez veya bilmek istemez.
Kadın, sadece tecimsel olanın, zengin–fakir ayrımlarının, meta fetiş nesnelerin,
sınıflar arası baskının yıkılmasının bu ilişki ve gönül macerası için yeterli
olacağını düşünmektedir.
Erkek maddi zeminler
aşılsa dahi, kadının resmiyle olan iletişiminin, kadının kendisi ve bedeniyle
olan ilişki içinde yiteceğini, belki de kirleneceğini sezgilemektedir.Ama fiziksel iletişim, âşık için kaçınılmazdır. Bedenler, tam olmamışlıklarında aşk
halini kapsamasalar dahi yok edemez, yaşatırlar, aşmaya teşnedirler. Erkek yaşadığı
hissiyatın, yaşayarak kirlenmesine izin vermek istemeyebilir. Ama
ötekisiz de ölemeyeceğini bildiğinden, zorunlulukla kendini kurban ederek
sevecektir. Aşık kalacaktır. Hayallerine yenik düşenlerden olacaktır.
Türk sinemasının usta
ismi Metin Erksan, 2012 yılında 83 yaşında vefat etti. “Sevmek Zamanı” modern
dünyanın insan halleriyle, tarihten devşirilen suret ile bütünleşme özlemine
dayalı mistik deneyimleri harmanlayan sade ve özgün Türk filmi olarak dünya
sinema tarihindeki yerini aldı.
"Bellek, varolanın
gizlediği şeyi ancak “bir an için tüm anlamıyla” içerir." (Bataille) İnsan,
belleğinde geçmişten geleceğe huzuru ve arzuyu yaşama hasretiyle devinmektedir.
Erkek, resim üzerinden karşılaştığı fenomenin tam olarak bir anlığına yaşattığı
“her şeyi kuşatan” yanılsamayı yaşar ve söyler: Ben, senin yalnız resmine
aşığım.
Yasaklı film, Soluk Gecenin Aşk Hikâyeleri
ile tanınan yönetmen Alp
Zeki Heper (1939-1984)
Türk sinema tarihinde farklı bir yere sahiptir. Bazı rivayet ve belirsizlikler
taşır Heper’in hikâyesi. Yeşilçam’da yapmaya çalıştığı sinema ve özel
yaşamındaki hüsranlar ile trajik figür olarak anılır. Peki, gerçekten trajik
midir Heper’in öyküsü? Galatasaray Lisesi’den mezun olduktan sonra, Paris Sinema
Enstitüsü’nü (IDHEC) dereceyle bitirir; yurtdışında çektiği Bir Kadın (1962) ve Şafak (1963) adlı kısa filmleriyle ödül kazanan genç yönetmen, büyük
beklentilerle Türkiye’ye döner. (Bir Kadın ve Şafak kısa filmleri
aşağıda izlenebilir)
Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri - Afiş
Yeşilçam’da ilk önce, Lütfü Akad’ın yanında yönetmen asistanı
olarak çalışır; ardından kendi film şirketini kurar Heper. Senarist-yönetmen
olarak 1966 yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmine, Soluk Gecenin Aşk
Hikâyeleri adını verir. Film, içeriği nedeniyle Danıştay kararı ile gösterimi yasaklanan ilk film olur. Avrupa
görmüş bağımsız yönetmen hamlesi içindedir Heper; ama yapmaya çalıştığı avangart
sinemaya, Yeşilçam ekonomisi hazır değildir. Amatör oyuncularla çalışır; eşi
yapımcısıdır. (oyuncular: Marliese Schneiderhan, Halil Türkmen, Ayfer Feray,
Mine Cezzar, yapım: Beysun Heper, görüntü yönetmeni: Mengü Yeğin)Gösterime girmediği
için, izleyen az sayıdaki kişinin yorumları dışında, pek bilgi yoktur eser
hakkında. Film, bir aşk hikâyesi anlatmaktır. Fakat anlatı, dönemin Türk
sinemasına aykırı biçimde soyut üsluba sahiptir. Fransız yeni dalga akımının
mizansen ve kurgu pratiği, genç yönetmenin tekniğini belirler. Avrupa
sürrealist sinemasından, özellikle Luis Bunuel’den etkilenir. 2. Antalya Film Festivali’ne katılan film, özel
gösterimle seyirci ile buluşur. Cinsellik ve yabancılaşma içeren sahneleri dışında,
pek ilgi görmez festival izleyicisinden. Eleştirmenler, filmde Freudyen
bakış açısı ile bilinçdışı özgürlük imgelerinin, rüya sekanslarının, gerçeküstücü
metaforların, şiirsel kurgu bağlarının olduğunu söyler. Ensest, köle ve fahişe kimliği
ile tek bir kadının farklı ruh hallerini anlatır hikâye. Bazı kişiler, filmin avangart yanını ve Heper’in auteur (yaratıcı
yazar) yaklaşımını beğenir.
Dönemin Danıştay 12. Dairesi’nin aldı karar
şöyledir: “Tezi olmayan ve aksiyonlarında
ahenk görülmeyen bahse konu filmde; insan hayatı, adeta şuur ve şuuraltı ile
sadece cinsî arzular üzerine kurulmak istenmekte; gizli kalması gerekli arzu ve
hareketler parklarda, umuma açık yerlerde, hatta trafiğin en yoğun olduğu cadde
ortalarında cereyan ederken görülmekte; marazi tiplerin sahneye aktarılan
ıstıraplı ruh hali, ar veya hayâ hislerini rencide etmektedir. Konunun iddia
edildiği gibi rüyada geçmiş birtakım kompleksleri ifadeye çağırmış olması,
filmin tüm halinde seyredenler üzerinde bıraktığı izlere, ahlak ve adaba aykırı
olduğunu kabule mani değildir. Bu itibarla, adı geçen filmin halka
gösterilmesinin ve yurt dışına çıkarılmasının yasaklanmasına, 29.3.1967 günü oy
birliğiyle karar verildi.”
Alp Zeki Heper
Filmin yasaklanması ve vizyona girmemesi üzerine Heper, Yeni
Ortam gazetesine verdiği mülakatta şaşkınlıkla şunu söyler: "Özgürlükle baskıyı, şiddeti, işkenceyi karşı
karşıya getirmeye çalışmıştım. Anılarla ilgili, zor anlatımlı bir filmdi.
Özgürlüğün, delice bir sevgi olduğunu düşünüyordum. Öyle simgelemeye
çalışıyordum özgürlüğü. Müstehcenlikle suçlandım.” Yasak sonrası
İstanbul’dan ayrılan Heper, Fatma Girik ve İzzet Günay’ın oynadığı Dolmuş Şoförü(1967) ile Yeşilçam’a geri
döner. Ardından Cüneyt Arkın ile Eşkıya
Halil’i (1968) yapar; Fikret Hakan ile Kara
Battal’ın Acısı(1968) adlı son filmini çeker. İlk filminin aldığı yasak ve
tepki nedeniyle sinema sektörü, sonra yaptığı filmlere belli oranda ambargo
koyar; yıldız oyunculara rağmen iş yapmaz filmleri.
1968 yılında, Yeni Sinema Dergisi’nde Heper ve dönemin
diğer deneysel sinemacılara yönelik şöyle eleştiri getirilir: “Batı sinemasını tiplerini, Türk sinemasına
aktaran bu yönetmenler; ya kendi insanlarını tanımıyorlar, ya da “yenici”
görünmek için blöf yapıyorlar. Türkiye’de özüyle, biçimiyle yabancı bir film
yapmanın gereği yok. Çünkü biz, Türkiye’de yaşıyoruz.” Dönemin diğer önemli
sinemacıları Metin Erksan ve Lütfü Akad’ın yaptığı gibi, Yeşilçam sektörü ile
sinemacı kimliği arasında orta yolu, ekonomik ve fikri mücadeleyi sağlayamaz
Heper. Sinemadaki
kişisel mücadelesini bir söyleşide şöyle özetler: "En sonunda yazan, yöneten, kurgulayan, görüntüleyen, oynayan, yapımcı
ve seyirci de olabilirim. Yani tek başıma dahi izlemek zorunda kalabilirim
filmlerimi." Yeşilçam ile bir türlü uzlaşamayan Heper, en sonunda sinemayı
bırakır.
Soluk Gece'den kareler
Heper, 1978
yılında acı bir kayıp yaşar. Kızı Elif Oya Heper, henüz lise öğrencisiyken ani bir
hastalık sonucu ölür. Kızının ölümü karşısında, ruh sağlığını kaybeder; çevresindeki
insanlara, kızının ağzından mektuplar yazar. Yeniköy'de oturduğu yalının önünde
kitaplarını, resimlerini, filmlerinin büyük bölümünü yakar; sadece Soluk
Gecenin negatiflerini saklar. Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Arşivi bölümüne
giderek, “Vasiyetimdir, hiç
göstermeyeceksin” diyerek filmi, müdür Sami Şekeroğlu’na teslim eder. Yaşamının
sonraki yılları, psikoz nöbetleri ile geçer ve iyice inzivaya çekilir. Heper, 45
yaşında deri kanserinden 1984 yılında ölür. Soluk Gecenin, afişi ve
birkaç karesi kalır geride. Filmi gören Enis Batur şunları yazar: “Ham bir film bu. Ama bütününde bete giden
bir film. Soluk Gecenin Aşk Hikâyeleri, içine sıkıldığı toplumun örf ve
adetlerini hiçe sayıyor. Sessiz bir ıslık aslında. Öyküleme geri plana,
olabildiğince bulanık kılınmış bir yatay eksene, bilerek isteyerek itilmiş. Baştan
uca, hep libidinal tabaka’da geziniyor kamera. Bir (kaç) kadının, bir (kaç)
erkeğin “istek kipleri” üzerine kurulu sahneler birbirlerine eklemlenirken; kaygan,
her an elimizden sıvışıp gitmeye aday bir kesitte seyrediyoruz. Çocukluğun
(yani belleğin) uçarı, hatta tehlikeli koridorlarında gezinmiş. Bilinçdışı ve
yasağın önce yüz yüze, sonra iç içe geçtiği öykü kırıntıları. Annenin, kız
kardeşin, sevgilinin aynı, tek bir kadın figürüne çalıştığı bir “totem ve tabu”
iklimi. Terk ya da Ölüm, Kaçış ya da Uyku, Gerçek ya da Sanrı. Anlatmak, kendi
içinde plastik bütünlüğü kotarılmış bir sahneden ötekine seçilmiş bir kapıdan
geçmek ve sahnelerin toplamında dengeli bir alışkanlık kurmak, anlamına gelir.
Odaları ve yatakları, çatı katlarını ve banyoyu birer oyuncu gibi işler. Ada
kıyılarındaki, havuzlu bahçedeki, rıhtımdaki yaklaşmalar ve kaçışların arasında
ustalıkla tasarlanmış satranç hamleleri okunur. Dolmabahçe’nin nöbetçili ana
kapısının tam karsısında, trafiğin yoğun olduğu bir saatte, yolun ortasında
kurulan (her iki anlamında) sevişme sahnesi ise doruğu oluşturur. Alp Zeki
Heper’in olmadan ölen sinemasında belli ki, fetişler can alıcı bir yer
tutacaktı. Soluk Gecenin Aşk Hikâyeleri, bir tek bu odaktan incelenecek olsa,
ortaya ciddi bir katalog çıkartabilecek ölçüde “şey dünyası”na ağırlık verir: heykel,
tabanca, giysiler, özellikle de ayakkabılar. Özel bir dünyanın, bir insanı
sinemacı kılacak takınakların ve simgelerin dökümünden küçük bir kesittir bu.
Gelir, insana, zamana, harekete eklenirler.” (Gergedan dergisi - sayı: 14, 1988)
Soluk Gecenin Afişleri
Peki, Heper sinemayı niye bırakır? Sinemayı
bırakır; çünkü filmlerinin finansörü ve kayınbabası,Adanalı pamuk tüccarı Recai
Tarımer, ticari
fiyaskolar karşısında para desteğini çeker en sonunda. Yani, düşüş öncesi
çalışma rahatlığı veren sermaye desteğinin kesilmesi, kırılmayı hızlandırır.
Kimi sinemacılar, Heper’in özgün dilinin olmadığını, yurtdışından ithalavargard sembol ve
fetişleri perdeye taşıdığını; bu sebeple istediği sinemayı yapsaydı bile, özgün
bir sinematografisi olmayacağını düşünür. Heper ismi, Zeki Demirkubuz’un ilk
filmi C Blok’un jeneriğinde filmin
kendisine ithaf etmesi ile son kez yansır perdeye. Şöyle der, o tarihte yönetmen
onunla ilgili: “Hayat hikâyesinden
etkilenmiştim. Ama asıl ithaf sebebi, o düşüşe duyduğum ilgi oldu.”
Yıllarca hikâyesi ve yönetmeni ile efsane olan filmin gösterimi için Ankara
Film Festivali ekibi, 2012’de harekete geçer ve festival programına alınır. Yasal
varisleri ile görüşülür; fakat bu sefer de kızı Aslı Heper, gösterime izin
vermez. Bunun üzerine gösterimden çıkarılır ve böylece yine perdeye yansıyamaz Soluk
Gecenin Aşk Hikâyeleri.
“Yeraltı” filmi, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” kısa romanının serbest uyarlamasıdır Türk
sinemasında. 1864 tarihli adlı
eserinde, birinci bölümü deneme, ikinci bölümü öykülemeden oluşan biçimde Yeraltı
Adamı adlı karakteri anlatır Dostoyevski. Eser, varoluşçu felsefenin olduğu
kadar psikanalizinde öncü metinlerinden biri kabul edilir hala. Yönetmenin
kendi kişiselliğini, karanlık ortak sular noktasında edebiyat ve sinemayla
bütünleştirdiği bir çalışmadır Yeraltı filmi. Yönetmen Zeki Demirkubuz, kendini ve insanı daha çok anlama izleği ile
geliştirdiği hikâye ve mizansenlerinde kötülük, itiraf, kibir ve utanç
hallerini araştırır sinema aracılığı ile. Dostoyevski’yi kendine referans
olarak kabul eder ve Türk sinemasının melodram geleneğinin dokusunu derinlikli
biçimlerde işleyen çalışmalarında, kişisel deneyim, merak ve korkularını mümkün
mertebe beklenti sineması kalıplarının dışında kalarak ve minimalist biçimde
ortaya koyar. Yıkıcı ilişkilerin ve arayışların hikâyesi Masumiyet ve devamında kendini yıkıma götüren aynı kişilerin
gençlik dönemlerini anlatan Kader; gündelik
çıkmazlar içinde kendilerine çıkış arayan insanları anlattığı Üçüncü Sayfa, Albert Camus’n Yabancı romanında serbest uyarlama, hiçlik
duygusu içindeki kişinin muğlak yaşamını işleyen tartışmalı Yazgı, geçmişte yapılanların insan
üzerinde yaratığı çatışmayı ihanet ve evlilik çatısı altında irdeleyen İtiraf, yönetmenin kendi sinemacı
kimliği ile gündelik yaşamın çarpıklığını neredeyse yıllar sonrasına bırakılmış
bir sosyoloji verisi biçiminde sunan Bekleme
Odası, filmleriyle karanlık üzerine öykülerini anlatmıştır Demirkubuz.
Ankara’da yaşayan bir memurdur, Yeraltı filminin kahraman olamayan
kahramanı Muharrem (Engin Günaydın)ve
özel hayatı allak bulaktır; diğer insanlar kadar, hatta daha çok onaylanmak ve
saygı görmek istemektedir, ama kendini çirkin ve berbat hisseder ayna
karşısında bakarken. İnsanlara kendini kanıtlamak, sıradanlığının arkasında
aklını, yeteneğini dile getirmek ve eyleme dökmek ister. Öfkeli, kindar bir
insandır Muharrem; kötülüğün gücüne âşıktır ama beceremez; kendini daha da
mağdur hisseder yapamayınca istediklerini. Kendisine yara olarak döner, narsistik
kişiliğinin dış dünyadaki çıkışları. “Akıllı bir adam, kendine karşı acımasız değilse gururlu da olamaz." sözde ilkesidir Muharrem’in ama
ekseriyetle sözünün arkasında duran tavırları yoktur. Dünyaya bir amaç için
gönderilmiş, fakat o amaca uygun yaşamadığı için öfkelenmiş gibidir; değişim ve
değişiklik ister; isteklerinin ne olduğu tam olarak bilmese de olmalarını
ister, sanki. Ne yaparsa yapsın hep sıkılır. Eve gelen
gündelikçi kadının hayatını zindan eden yatalak komşu uluyan, megafonda sesi duyulan ama kendi görülmeyen delidir.
Bu uluma, Muharrem’e zevk almak için ilham verir, o da ulumaya başlar hem de
insanların önünde. Bu arada, kadına komşuyu öldürmesini tavsiye eder. Zorla
kendini davet ettirdiği arkadaşlarının yemekli toplantıda hesaplaşmak ister, en
çokta Cevat ile. Ona göre Cevat, başkalarının emeğini ve hikayelerini çalan bir
yazar, yalancıdır. Yemeğin ortasında ayağa kalkarak ona ve yanındaki
arkadaşlara kendine göre haklı öfkesini dile getirir Muharrem. İtiraf ve
hakaret biçiminde devam eden it dalaşı sonunda, tartışma alevlenir. Fakat
burada yönetmen bir sinema hilesine başvurur, aslında içinden geçenleri tam
olarak söylemez Muharrem, söylemiş gibi gösterilir. Sonrasında içki ile
kendinden geçer ve arkadaşlarını mat etmek için ayağa kalkıp nutuk atar, bu
arada Dostoyevski’den alıntı yapar: “Gerçek,
tüm egoların üstündedir.” Gecenin devamı onun için zehir olur, komik
durumlara düşer hatta. Otel koridorlarında atarlanması ve “ hepinizdennefret ediyorum” diye bağırmasının karşılığında aldığı cevap,
ayakları altından patates gibi ezilmektir güvenlik görevlilerinin. Arkadaşları
ile buluştuğu akşamın ertesinde tanıştığı fahişe ile aralarında ilginç bir
diyalog ve ilişki geçer, ki bu bölüm romanda çok daha uzun ve önemli yer tutar,
ölümden ve ölüm korkusundan konuşular. Hırlayarak yüzüne baktığı seks işçisinden
hazırladığı ufak oyuna katılmasını bekleyecek kadar delidir. Dostoyevski’nin anlatı dünyası: Evrensel roman yazarıdır
Dostoyevski. Evrenseldir çünkü neredeyse tüm eserleri insanlık halinin
veçhelerini çok sesli karakterlerle ve derinlikli gerçekçi betimlemelerle sunar
okuyucuya. Eserlerindeki temaları, yazar olarak kendi düşünceleri ile
cevaplamaz; hayatın içinde olabilecek tüm kişilikleri, diyalojik söylem ve karşıt
eylemleri ile gerçekliğin bütünlüğü içinde serimler. Modern dünyada insan ile
Tanrı arasındaki ilişki, geçmişte kalsa olsa dahi ki bu, trajik olandır,
trajedinin bitmeyeceğini anlatır bize, ontolojik düzlemde. Çoğunlukla, modern
insanın trajik konumunu, dünyanın adaletsizliğini, daha ötesinde Tanrı’nın
insanlığa karşı sessizliğini dert edinir Dostoyevski. Dostoyevski üzerine en
önemli çalışmayı yapan Mihail M. Bahtin,
Yeraltından Notlar’ın atipik kahramanı için şunları söyler: “Bir itiraf romanıdır. Yeraltı İnsanı’nın
itirafı, aşırı ve keskindir. İç ses, hep öteki ile polemiğe girişir, diyalojik tersine
dönüşler gerçekleşir. En korktuğu şey, insanların onun bir başkasına karşı
kendisini küçük düşmüş hissettiğini, birisinden af dilediğini, kendi kendisini
onaylamak için bir başkası tarafından kabul görmeye ihtiyaç duyduğunu
düşünmeleridir. Ötekinin fikrinden korktuğunu düşüneceğinden korkar. Onlar
hakkındaki her düşüncesinde seslerin, bakış açılarının savaşı vardır. Yadsımayla
tam da yadsımak istediği şeyi onaylar ve bunu bilir. Kendisi ile uzlaşamaz ama
kendisiyle konuşmaktan vazgeçemez de. Dolayısıyla kahraman, özbilinç ile
söylemin sıkışıp kaldığı kaçınılmaz döngüde hapsolur. Söylem belirgin olarak
siniktir, hesaplı olarak siniktir, ama kederlidir de. Saf budalayı oynamaya
çalışır. Aynı zamanda ideologdur, dünyaya dair söylemi polemikçidir. Tıpkı
bedenin kendi gözünde kesintiye uğramış bir şey haline gelmesi gibi, algıladığı
haliyle dünya, doğa ve toplum onun tarafından kesintiye uğramış olarak
algılanır.”
“Elalem ne der” duygusunun
pençesine düşmüştür Muharrem, ötekinin sesi ve gözü altında ezilir, az çok
hepimiz gibi, ama onun hali, daha keskin ve yıkıcıdır. Öteki olan elaleme karşı
“buradayım ve haklıyım” demek ister.
“Biz de buradayız, sen hiç değişmeyecek
misin” benzeri yanıtlar alır; sonrasında becereksizlikleri karşısında
kendine nereyse estetik bir çıkarım ararcasına, budalalığa verir ve elaleme
güldürür kendini. Muharrem, film boyunca elinde patates tutar; Filmde patates, sadece patatestir. Sinemada bir şey,
sadece bir şeydir. Metafor olarak düşünülürse patates, şekil olarak Muharrem’in
amorf kimliğini yansıtır sanki. Fahişe kadınla görüşme ve benzeri bir dizi deneme
ile Muharrem, fizik doyum yâda anlık gerginliğin geçiştirilmesinin mümkün
olmadığını, şizoid haliyle bile idrak eder. Atomize olmuş benliği üzerindeki
kaygı, hatta yas durumunu aşmak ister. Kibir
ile aşağılık duygusu arasındaki benliği, kendini kendine oynadığı ip
cambazlığı; döngüseldir. Muharrem’in benliği, iç-dış nesneler dünyası
iletişiminde parçalanır, ama yine de yarılmış bilinci ile gerçekliğin oldukça
farkında ve içindedir. Eylemsizlik hallerinde ulur, hırlar, garip sesler
çıkarır Muharrem. Kendi başının belası olan gururuna yenik düşer, bocalar,
çıkış aramakta daha doğrusu çıkış da aramayıp, yaşadığı gerçekliğe yenik düşer.
Dünyanın anlamına, kendinin haline bir türlü vakıf olamayan benliği, doğal
savunma mekanizması olarak bilincini ve dünyayı var eden dilin öncesine, ilkel
ve ilkesel döneme gerileyerek ile bilmediği ama hatırladığı oral dönem
benliğinin huzurunu imler. Bilmediği ama hatırladığı, kayıp nesnenin bilgisinin
yeniden üretimini ulumak, hırlamak ve paranoid-şizoid performans ile gösterir.
Hırlamak, onu dindirir.
Film bir noktadan sonra,
Muharrem’in algısı ile gerçekliğin mizanseni arasında, hangisinin gerçeklik
olduğu noktasında seyirciyi muğlâkta bırakır. Yine de izleyici gözünde, filmin
kurgusu, karakterin zihin bölünmesine ve izlenimine rağmen, epizodik
kopukluklara dönüşmez ve mizansen edilen minimal gerçeklik kendini korur. Yönetmen,
önceki filmlerinden farklı biçimde, ışık ve kurgu denemeleri ile ana karakterin
karmaşık varolma çalışmasını, orada olma arzusunu bazen anlatı savrulsa da
filmin sonuna kadar işler. Yönetmen izleyici beklentilerini, bir parça kenara
koyup; gündelik hayat ve hiçlik duygusu arasında sıkışmış Muharrem’in
habitatına olabildiğince sıfır noktasında yaklaşmak için, yeni teknikler
kullanır. Yönetmen, kendi sinema ustalığını yıkarak; kendinin çırağı olmanın
ahlaki-estetik özgürlüğünü ortaya çıkarır. İkiye bölünmüş bilincinin kendisi
ile diyalogu halindeki iç sesleri; gündelik gerçekliğin etkisi mi, yoksa
duygusal kopuş mu olduğunu, belirsiz ara bölgelere doğru evrilir. Gerçekliğini
aşmak ya da bükmek ister ama beceremez; yavaş yavaş var olagelen gerçeği, yenik
düştüğü için suçluluk duyar. Eski dostlarına öfkeyle patlayıp sırtlarına çıkmak
isterken, güvenlikçilerin ayaklarının altında kalarak midesinin bulanması; yaşlı
komşuyu öldürmesi için gündelikçi kadını azmettirmesi ama planın tepe taklak
olması gibi dramatik aksiyonlar, karakterin gerçeklikle ilişki kurmaya
çalıştığında tökezlemesini, tercihlerinin çıkışsız kalmasını gösterir.
Son sahnede, zulme uğrarcasına tecrit
edildiği hissiyatındaki Muharrem görülür; kapı kapanma sesiyle film sonlanır ve
filmin nihai amacı kışkırtma, estetik deneyim olarak finalde gerçekleşir.
Sonunda Muharrem, ki en başında da öyledir aslında, Varlık’ın içine
bırakılmışlığını değiştiremeyeceğini veya bir kaçış bulamayacağını kabul eder
sanki. Zaten, esin kaynağı metin, ”Ben,
hasta bir insanım… İçi hınçla dolu, berbat bir adamım.” itirafı ile başlar.