Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme:
Ahmet Usta
Psikanaliz ve Tarih
Büyük,
bütünsel anlatımların yıkıldığı yönünde tartışmaların yapıldığı bir dönemdeyiz.
Notların ve seminerin temel amacının, 1960’lardan günümüze kadar parçalanmış
yapılar içerisinde, üst bir anlatı, “yeniden anlamlı bir bütün” oluşturma
faaliyeti olduğu söylenebilir. 1950’lerdeki bütünsel anlamlandırma, üst anlatı
arayışlarının en güçlüsü, ilerlemeci bakış açısıydı. İlerlemeci bakış açısı,
çok güçlü entelektüel argümanlara sahip değildi, daha çok, modernleşme
girişimleri ve maddi dünya başarıları üzerine kendini odaklaşmıştı. İlerlemeci
görüş temel olarak, dinin gerilemesi ve aklın yükselmesi hareketini savunuyordu
ve seküler dünyanın evrenselliğinden bahsediyordu. İlerlemeci teorinin temeli,
insanın özünün akıl olduğunun işaretlenmesiydi. İlerlemeci bakışa göre tarih,
insandaki akıl yapısının gelişerek akıldışı yanlarını bertaraf etmesine dayanan
uygarlık ile açıklanıyordu. Mesela, görücü usulü evlilikten, sözleşme usulü
evliliğe geçiş, tarih içinde akılın gelişmesi sonucu oluşan doğal bir
değişimdi.
İlerlemeci
görüş, tüm fenomenlerin akıl ve akıldışı arasında gerçekleştiğini savunuyordu. İlerlemeci
görüş göre akıl, ilerleme sonucunda bir noktada hakikate ulaşacaktı. Bu bağlamda
ilerlemeci görüş, akla olan bağlılığı ile rasyonel, hatta ütopyacı dünyayı
müjdeliyordu. Fakat ilerici görüşün teorik olarak en zayıf yanı, insanının
akıldışı yanını açıklayamamasıydı, kabaca Nietzsche’nin akıldışı varlık olarak
insan sorularına cevap verebilecek entelektüel yanlışlanamaz cevapları yoktu. Homo
Sapiens’in kabaca 50 bin yıllık tarihinde, insanlığı ilerlemeci kılan akıl
değil, belki de, ontik aciziyet haliydi. 1950’lerde akılcı teori neredeyse,
Amerikan yaşam biçimini kabul eden gizli bir hegemonya ile rasyonel yaşam
kalıplarını dayatıyordu. Kabaca bu yıllarda herkes neredeyse Hollywood
filmlerini izliyor, yaşam biçimleri standartlaştırılıyordu. Karşıt olarak
gelişen sosyalist dünya ve yaşam ise, kendi sorunları ile yaşam bulmaya
çalışıyordu. İki kutuplu dünya hali, 1960’lı yıllarda kaldı ve günümüzün pratik
gerçekliğinde pek fazla anlam taşımıyor, tabi ki benzeri dünya görüşleri
örneğin Stalinist dünya pratikleri, dogmatik ve değişen koşullarda, lokal
olarak devam ettirilebiliyor.
Tarihsel Maddecilik
Günümüzde,
büyük anlatı olarak, dünyayı anlamlandırma ve şekillendirme projesi bağlamında,
iki görüş kaldı: diyalektik materyalizm ve psikanaliz. Bu iki büyük teorinin de,
doğruluğu ve pozitivist etkinliği tartışılır. İki görüş de, dil olma
iddiasındadır yani yaşamı anlamlandırma ve dönüştürmeyi hedeflemektedir.
Diyalektik materyalizm veya marksizm ve psikanaliz, hayatın
tüm fenomenlerini anlamlandırma olanağı verir ama doğrulana bilinirlik iddiaları
özü itibariyle yoktur.“akıl sahibi
varlık olmak” bu iki görüşün, tarih sahnesindeki insanı anlama için temel
aracıdır. Fakat diyalektik materyalizm ile psikanalizin insan aklı ve tarihi
işaretleme özü, teknik olarak farklıdır. Diyalektik
materyalizm ya da kısaca Marksizm, emek ile insan praksisini işaret eder. Tüm
tarihsel süreçler emek ve akıl arasındaki etkileşimde gelişmektedir. Marksist
teorinin gerçeklik için temel anlatı gücü, emeğin oluşumundaki “artık üreten
emek” kavramıdır. Teorinin pratik incelemesinde, akıl ile tarihi oluşturan
insan emeği, bu değişimi artık üreterek, ihtiyaçtan fazlasını üreterek
sağlamıştır. Tarih, artık artı değer sonucu ortaya çıkan nesnelerin hangi
koşullarda saklanacağı, bölüşüleceği kavgasının, yani sınıf mücadelesinin
tarihidir. Artık oluşturan insanlar, böyle tabakalaşmaya, şehirleşmeye, çıkar
grupları ve yeni üretim araçları geliştirmeye başlamışlardır.
Sadece
insan, canlı türleri içinde emek üzerinde artık, birikim üretebiliyor. İlk
insan topluluklarının toplayıcı-avcı dönemde, Potlatch kavramı bize yol
gösterici oluyor. Toplayıcı-avcı döneminde ilk insansılarda, besin fazlasının
oluştuğunu, çalışma sürelerinin neredeyse bugünlere kıyas ile haftalık 8-10
saat olduğu tahmin ediliyor. Potlatch kavramı ile incelenen bu dönemde ki şuanda
dünyanın bazı izole kültürlerinde hala yaşanmaktadır, önemli olan birikimin,
artığın saklanması, paylaşımı ve tüketilmesi sorunuydu. Artık, birikimin
oluşması ile eşitsizlik başladı ve toplumsal tabakalaşma oluştu.
Potlatch
kavramı üzerine en yetkin çalışma; Bataille’in Lanetli Pay adlı kitabıdır. Bataille’in
kitabının asıl önemi, konuya Marksist olduğu kadar psikanalist bakış açısından
da inceleyebilmesidir. Kitapta, artık oluşumu, birikim; insanın lanetli payı
olarak tanımlanmıştır. Psikanalizin,
akademik ve pratik dünya arasındaki çatışmanın üstünde bir yere ve dile sahip
olması, onu güçlü kılmaktadır. Psikanaliz şuanda, akademik olarak insan
bilimlerde üst anlatı olarak görmezden gelinemeyecek bir yöntem olarak
varlığını sürdürmektedir. Gündelik hayatta, ekonomik-finansal dağılımdan sinema
eleştirisi yazılarına kadar her alanda dolaylı ya da direk olarak kullanılan
bir anlamlandırma yöntemidir. Psikanaliz, büyük anlatı olarak tüm yaşam
fenomenlerine dair değerlendirme yapma olanağı, bazen de sorunlu olarak
kolaylığı sağlar. Psikanaliz, tıpkı Marksizm gibi sadece gerçekliği anlama
değil, yaşamı değiştirme, revizyon iddiası da taşımaktadır.
Pratik
olarak ise psikanaliz, terapi deneyimi olarak son yıllarda büyük güç kaybetmiş,
yerini daha çok dinamik-bilişsel terapi ve psiko-analizlere bırakmıştır. Özgürleşme
beklentileri ya da kendini gerçekleştirme eylemleri olarak psikanaliz
terapileri çok az olumlu sonuçlar vermektedir. Marksizm, emeği işaret ederken,
psikanaliz arzuyu işaret eder. Psikanaliz düşünce, insan varlığının arzu karşısındaki
çaresizliğini inceler. Buradaki arzu ile kast edilen fiziksel ihtiyaç, açlığın
doyurulması değildir. İnsan nasıl emek ile artık, birikim yapıyorsa; arzu ile de devamlı eksiklik, çaresizlik
yaratmaktadır. Emek ve arzu arasındaki insanın asıl ortak paydası ise, diğer
canlılardan faklı olarak “ölümlü olduğunu bilme” çaresizliğidir.
Arzunun Çaresizliği
İnsan
için her doğum, primatlar dünyası (şempanze, goril) ile karşılaştırıldığında
erken doğumdur. İnsanın, diğer primat canlılarla karşılaştırıldığında ortalama
olarak 25 aylık gebelik süresi sonrasında dünyaya gelmesi gerekirdi. Tarih
boyunca genelleme olarak, bebek doğumlarının %50 ölümle sonuçlanmıştır, bu ölüm
oranlarında hastalık ve bakım koşulları değil, insanın doğum sonrasında
anatomik olarak ölümü tercih etmesi yatkınlığı etken olmuştur.
Arzunun
temelinde doyurulma değil, uyarılma vardır. Arzu, uyarılmayı devam ettirme
isteğidir. Açlık doyurulmayı, arzu ise uyarılmayı hedefler. Arzu doyurulmayı
ertelemek, heyecanlılığı devam ettirmek ister. İnsanın çaresizliğinde, arzuyu
ve beraberinde heyecanı devam ettirme isteği karşısında sınırlı olmak
çaresizliğidir. Arzu, sembolik olarak, tekrar anne rahmindeki kadir-i mutlak
anı/anları yaşamak isteğidir. İnsanın arzu karşısında çaresizliği ve ölümlük
ile sonlanma hali; devlet, sanat, seks ve benzeri tüm fenomenleri
yönlendirmiştir. Sonuç olarak tarihin oluşmasında fiziksel doyum arayışları
değil, birikim ve arzu nesneleri karşısında çaresizlik ile sonsuz heyecan
isteği temel enerji olmuştur.
“Yaşam Tatminkârdır” Yanılması
İnsan bebeğine gelişim evresinde, rahim içi huzur ve tam tahmin ortamının benzeri sağlanmadıkça, yaşamayı kabul etmeyecektir. Tüm dünyada bebek bakımı ve eğitimi, rahim dışı hayatın tıpkı rahim içi kadar tatminkâr olduğu yanılsamasının öğretilmesinden geçer. Bebek bu gelişim evresinde kendisini bir dünya olarak hisseder, yer, içer, dışkılar. Yasa dünyasına geçene kadar bebek, rahim içi huzuru, rahim dışında da bulduğu yanılsaması, yalanı ile yaşar. Homo Erectus, yani bize en çok benzeten insansılar, ayakları üzerinde dik duruyorlardı ve en önemli örneği 1970’lerde Afrika’da bulunan Kadın fosil, Lucy (AL 288-1) idi. Anne, dünyanın huzurlu ve tokluk hissi veren bir dünya olduğu yanılsamasını bebeğe öğretip, bebeğin yaşama bağlanmasını sağlar. Bu bağlamda, “Cennetten Kovuluş” imgesi, insanın doğum travmasını işaret etmektedir. Bir bebek ister iyi, ister kötü şartlarda bebeklik geçirsin, eğer yaşıyor ise, annenden “yaşama bağlanma yanılsaması eğitimi”ni almış demektir, yoksa bebek anatomik yapı olarak ölümü tercih edecektir.
İnsan
bebeği, doğum sonrasında tüm dilleri konuşacak çok sesli yetiye sahiptir, bu
ses çıkarma yetisi, başka anne olmak üzere yaşanılan bölgenin dili ile sınırlanır
ve zamanla sadece anadil içinde olgunlaşır. Bebeklik döneminde, ruhsal
gelişimin tamamlanması için 3. Bir figüre yani babaya ihtiyaç vardır. İnsan,
yaşam motivasyonu olarak, yanılsamalara inanmak ve dünyanın kendine yetmezliğinden
kaçınmak zorundadır.