İştar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İştar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ana Tanrıça Kültü ve Neolitik Çağ Bulguları


Üst Paleolitik Çağ’dan (M.Ö. 45 bin ile 15 bin) itibaren Avrupa ve Sibirya havzalarındaki çeşitli mağaralarda, arkaik yerleşim alanlarında yapılan arkeolojik kazılar sonrası ortaya çıkan bir takım heykelcikler, kadın temsilleri ve aralarındaki benzerlikler; Ana Tanrıça kültünün günümüze ulaşan ilk verileri olarak kabul edilmiştir. (Paleolitik Çağ Ana Tanrıça temsilleri hakkında detaylı bilgi için tıklayınız.) Fakat bu keşiflerin sonucunda, ana tanrıça inancının arketip, evrensel olduğu düşüncesi, –dil ve tarih öncesi döneme ait yanlışlanamaz doğruluk verisi, fosil kanıtlar hariç pek mümkün olmadığı için- sadece yüksek olasılık taşıyan bir teoridir. Aynı kazı alanlarında, bugün için anlam verilemeyen, sınıflandırılamayan çok sayıda amorf figürler, eril idoller de bulunmuştur. Peki, 15 bin öncesine ait “Neuchâtel Venüsü” isimli stilizasyona; ana tanrıça kültü diyebilmek için elimizde rasyonel veri var mı?
Venus of Monruz or Neuchâtel - The pendant is in jet, found at Neuchâtel in 1991, dated 14.000-12.000 BCE, height 16 cm
Neuchatel Venüsü - Kolye biçiminde, M.Ö. 14,000-12,000, 16 cm 
Neolitik dönemle birlikte -M.Ö. 10 bin ile 4 bin- Mezopotamya ve Anadolu toprakları üzerindeki ana tanrıça kültü, pagan inanışın temelini oluşturmuştu; yazının icadı -M.Ö. 3500’ler- ile bugün, metinlerine ulaştığımız yaradılış efsaneleri; özellikle Mezopotamya ve Mısır coğrafyasındaki çok tanrılı dünya içinde güçlü bir Toprak Ana kültü, tapımı olduğunu göstermektir. Yakın coğrafyaların eko-kültürel etkileşimine göre zaman içinde İnanna, Astarte ve Kibele gibi değişik isimler alan Toprak Ana, yaşamı mümkün kılan bereketi ve kızdığında insanları götürdüğü yeraltı dünyası ile hayat döngüsünü sağlıyor ve insanlarda onun kutsallığına şükran oldukları için hayvan, hatta erkek kurbanlar adıyorlardı. 
Diğer kıta coğrafyalarında ise, tanrıça inanç görünümleri daha karmaşıktır. Çin ve Uzakdoğu’da Ana Tanrıça ibadetlerinin Üst Paleolitik dönemde görüldüğüne dair zayıf iddialar olmakla beraber; asıl Japonya’daki Jomon döneminde (M.Ö. 4 bin ile 2 bin) tanrıça kültüne -Uzakdoğu kültür yapısına özgü karmaşıklarla- rastlanmıştır. Latin Amerika’da ise Üst Paleolitik döneme ve inanç ritüeline ait ciddi verilere henüz ulaşılamamıştır. Maya ve İnka gibi medeniyetlerde belirgin Ana Tanrıça kültünün olmadığı; bunun yerine ikili, iyiyi ve kötüyü içeren tek tanrının avatarları biçiminde ortaya çıkan totemik eril-dişi figürler görülmektedir.

Female or Goddess figure with Bird Traits - from Egypt, Predynastic Period, circa 3500–3400 BCE, painted Terracotta, height 29 cm - Brooklyn Museum
Kuş Görünümlü Tanrıça yada Kadın figürü - antik Mısır, M.Ö 3500, boyalı pişmiş kil

J. Bachofen’nin ilkel klanlardaki anaerkil yaşamı anlattığı “Analık Hukuku” kitabı (1861), H. Morgan’ın Amerika’daki yerlilerin komünal düzenini incelediği “Eski Toplum” eseri, tanrıça ile onun etrafında varolan-ölen-yeraltına inen erkek tanrı döngüsünü anlatan J. Frazer’in “Altın Dal” (1910) adlı çalışması, Ana Tanrıça tezinin argümanlarını oluşturmuştur. Ana Tanrıça’nın evrensel olduğuna dair genel eğilim, Neolitik dönem ve sonrasındaki Mezopotamya ve Anadolu’daki tanrıça ibadetlerine, tapınak bulgularına dayanmaktadır. Böylelikle, Avrasya Paleolitik ile Mezopotamya Neolitik bulguları arasında Ari-Sami ırklarının inanç arketiplerine dair koridora ulaşıldığı düşünülmüş ve lojik olmaktan çok mitolojik bir tarih oluşturmuştur.

Farklı Tanrıça yâda Kadın Figürleri


Yılanlı Girit Tanrıçası yâda kadın heykelciği, iki elinde iki yılan tutmaktadır. (M.Ö. 16. yüzyıla ait 29 cm yüksekliğindeki eser, Girit Knossos’daki Minos Sarayı’nda bulundu) Neolitik sonrası figürdeki tanrıçanın açık göğüsleri bereketinin; elinde tuttuğu yılanlar ise doğaya hâkimiyetinin sembolü olarak yorumlandı. Toprak-bereket tanrıçasından haz ve aşk tanrıçasına dönüşümün -İştar’dan Afrodit’e uzanan yol- öncülü ve simgesi olduğu düşünüldü. Girit/Minos uygarlığının kullandığı yazılı dile, kültüre ait önemli bulgular olsa da -ana tanrıçaya insan kurban etme ritüellerinin olduğuna dair işaretler vardır- sembolik düzeninin tam olarak çözülememesi nedeniyle; yılan tutan kadının tanrıça mı, rahibe mi, yoksa saray mensubu bir kadın mı olduğuna dair hiçbir bilgi yoktur.
Minoan Snake Goddess or Priestess - from the palace at Knossos in Crete, Minoan Civilization, circa 1600-1500 BCE - at the Ashmolean Museum, Oxfort
Yılanlı Miken Tanrıçası yada Rahibesi - 16. yüzyıl
Knossos kazılarından parçalar halinde bulunan çok sayıda tanrıça kadın figürü, yoğun bir restorasyon işlemi sonucunda Ana Tanrıça kültü olarak lanse edilmişlerdi. Sonrasında Girit kültürü ve sanatı, sadece Antik Yunan’a değil; Mısır’dan ve Mezopotamya’ya kadar uzanan -Baharat Yolu benzeri bir geçiş- tarihi bir köprü olarak kabul edildi. Keşifler teknik, stil ve ikonografik kompozisyon olarak sıra dışı idi; fakat birçok figür aslında modern dünyanın izlerini, sahte eklemeleri taşıyordu. Zaman içinde bazı müzeler, sahte olduğu anlaşılan Girit tanrıçalarını sergiden kaldırdı. “Our lady of the sports” adıyla bilinen sahte ürün, Karbon 14 testine göre modern döneme aitti. Bu sahte Girit tanrıçası ifşa edilişinin üzerinden yüzyıl geçmesine rağmen hala kitaplarda, ansiklopedilerde, arkeolojik araştırmalarda antik keşif diye anlatılıyor.
Fake Minoan Goddess, known as "Our Lady Of The Sports" - with Male Loincloth
Sahte Girit Tanrıçası
Yılan Kafalı Tanrıça yâda Kadın, Bebeğini Emzirirken idolü, Mezopotamya’daki Sümer uygarlığı öncesi dönemden kalmadır. (M.Ö. 5.000 ile 4.500 yıl öncesine ait, kilden yapılmış) Bu ilginç örnekteki - başka benzerleri de bulunmaktadır- yılan kafalı kadının, Mezopotamya insanı için taşıdığı kült anlamı ve pratiği kesin olarak bilinmiyor. Diğer yandan Neolitik dönem ve sonrası tapınmalarda; yaşam kadar ölümü de temsil eden, hem yeraltı hem de yerüstü yaşam döngüsünün sembolü olan yılan; bazen belirsiz kötülüğün, dehşetin bazen de kutsalın ve tanrıçanın imi olarak kullanılmıştır.

Snake head Goddes or Female figure, Feeding her Baby - terracotta, circa 5000-4000 BC, from Ubaid period before the Sumerians - at the Iraq Museum, Baghdad
Yılan kafalı Tanrıça yada Kadın, bebeğini emzirirken

 “İlahi Kuş” adı ile bilinen Kuş Kafalı Tanrıça yâda kadın temsili, diğer bir atipik bir idoldür. Kuş görünümü ile kadın formunu eriyik olarak işlenmiş eser, M.Ö. 4.000’li yıllara aittir ve Nil civarında bulunmuştur. Totemik semboller ile tanrıça imgesi arasındaki çetrefilli ilişki ve dönüşüm olarak yorumlanan eserde tanrıça yâda kadın, dua eder ve göklere yakarır duruş içindedir.
Bird Head with Goddess of Female statuette, known as "Bird Deity" from ancient Egyptian - Dynastic perid, circa 4,000 -3,000 BCE, Material clay - at the British Museum
Kuş Kafalı Tanrıça, "İlahi Kuş" - Antik Mısır, pişirilmiş toprak

Ana Tanrıça Kültüne İtiraz

1950’lı yıllarla birlikte tarihçilerin ve arkeologların bir kısmı, tarih öncesi ana tanrıça kültüne dair yapılan genellemeleri eleştirip; tekil bazı verilerin önemli farklılıklar gösterdiğini iddia etmişlerdi. Muska olarak, mezar başlarına dikilen kadın heykelcikleri; bir ana tanrıçayı değil, bizatihi öleni temsil ediyor olabilirdi. Amorfik, hayvan yüzlü Venüs temsilleri de vardı. Cinsel organların göründüğü yâda abartıldığı temsiller, evrensel dişi tanrı kültü için yeterli kanıt değildi.
Ana Tanrıça, kavramı da belirsizdi. Yaratıcılığı, bereketi, ölümü ve şiddeti temsil eden Toprak Ana ile İnanna, Afrodit ve Venüs’te gördüğümüz cinsellik, aşk tanrıçası arasındaki ilişkisi tamamen farklı, farklılaşmış inançlardı. Paleolitik çağlarından bugüne bulgular; kozmolojik, animalist, fetiş görünümler ve değişimler içinde günümüze ulaşarak ilkel tek tanrı inancının coğrafyaya bağlı yaşadığı kültürel farklılıkların sonucu ve yansıması olarak da yorumlanabilirdi.



Gılgamış Destanı: Dostluk ve Ölümsüzlük Arayışı


Günümüze ulaşmış en eski yazılı destan Gılgamış, yüzyıllar boyunca sözlü anlatı geleneği içinde efsane olarak anlatıla durmuş, zaman içinde çivi yazısı ile kil tabletlere aktarılmıştır. Gerçek kişi olarak Gılgamış’ın yaşadığı döneme ait yazılı belge olmadığı için, M.Ö. 2700 yıllarda yaşadığı ve Uruk şehrinin kralı olduğu tahmin edilmektedir. M.Ö. 1800 yıllara kadar süren yarı tarihi krallar listesine göre Uruk şehrinin beşinci kralı olarak adı geçerken; başka bir belgede Nippur şehrindeki Tanrıça tapınağını yaptıran kralların arasında yer alır. Destandaki Gılgamış, kralın oğludur ve annesi tanrıça Ninsun dur; aklı, cesareti hatta acımasızlığı ile üçte biri insan, üçte ikisi tanrı olarak tarif edilir.

Gilgamesh statue - circa 750 BC, from Palace of Sargon II, Babylonian - at the Louvre Museum
Gılgamış Heykeli - M.Ö. 750, Sargon Sarayı, Babiller dönemi

Gılgamış Tabletleri

1872 yılında Kuzey Mezopotamya’nın Ninive bölgesindeki kazılarda Asur kralı Asurbanipal'ın kitaplığı içinde Gılgamış’ı anlatan çivi yazısı tabletler buldu. 11 tablet,  Gılgamış destanını anlatıyordu ve ayrıca bir 12. tablet vardı; son tablette Gılgamış’a ait öykü iki farklı dilde yazılmıştı. Asurbanipal kitaplığındaki tabletler, M.Ö. 1250 yıllarda Uruk şehrindeki bir rahip tarafından yazıya dökülmüş anlatının birebir kopyası olarak M. Ö. 700 lü yıllara aitti. Tabletler Akadca dilinde yazılmıştı ama destanda adı geçen kahraman ve tanrıların adları Akadca değildi, bir başka dilden alınmış ve yeniden yazılmıştı. Tabletler kırık ve eksik olduğu için anlaşılmaz durumdaydı.
Daha sonraki kazılarda destana ait başka tabletler bulundu. En eski tabletlerden biri Eski Babil çağında yaklaşık M.Ö. 1800 lere ait iken, diğeri M.Ö. 1600 lerde yazılmıştı. Destanı ayrı ayrı öyküler biçiminde anlatan Sümerce yazılmış tabletler, Güney Mezopotamya’daki Nippur bölgesinde bulundu. Destan, Sümerler döneminde bazıları birbirinden bağımsız hikâyelerken, Babiller tarafından Akadca dilinde tek bir anlatı haline getirilmişti. Destanın sonraki dönemlerde Hitit, Suriye ve Filistin bölgelerinde ve farklı dillerde yazılmış örnekleri, anlatının arkaik dünyadaki ve özellikle Sami toplumlarındaki etkisinin açık göstergesi idi. Gılgamış efsanesi, yaklaşık bin yıl boyunca üç farklı dilde yazıya aktarılmıştı. Keşifler sonucu destan, yaklaşık 2.900 satırdır ve henüz yüzde 60’ı tamamlanmış biçimde araştırılmaya devam edilmektedir.

Epic of Gilgamesh Clay Tablet-Left Tablet XI,  known as Story of the Flood, 7th c. BCE, Akkadian-Rigt Tablet V, 1800-1600 BCE, Old Babylonian Period
Soldaki Tablet 11,  diğer adıyla Tufan Hikayesi, Akadca, M.Ö. 7. yy. - Sağdaki Tablet 5,  M.Ö. 1800-1600, Sümerce

Tufan Hikâyesi

1872 gerçekleşen Ninive kazısı bir başka büyük keşfi daha ortaya koymuştu, o zamana kadar yazılı olarak ilk Tevrat’ta yer aldığı düşünülen ve bilinen Tufan Hikâyesi, kutsal kitaptan çok daha önceki bir zaman diliminde tanrı-kral Gılgamış destanında anlatılmıştı.

Enkidu: İlk Dostluk ve Aşk?

Gılgamış aklı, gücü ve cinsel enerjisi ile Uruk halkını korkutmaktadır; destanda halka verdiği cinsel rahatsızlık “Gılgamış, ne babalara oğul, ne damatlara genç kız bırakıyor.” diye anlatılır. Halk, Sümer tanrılarından onun dizginlenemez gücünü kesecek, dengi bir varlık yaratmasını ister. Halkın bu isteği karşısında tanrılar, Gılgamış’ın karşısına çıkması için yaban adamı olan Enkidu’yu yaratırlar. Enkidu bir yaban adamı iken, tapınak fahişesi tarafından uygarlaştırılır ve şehre gelir. Gılgamış ilk önce rakibi, sonra en büyük dostu olacak Endiku ile karşılaşmadan önce, onu rüyasında görür ve rüyanın anlamını öğrenmek için annesi tanrıça Ninsun’a sorar, rüyasını şöyle anlatır destanda: “Bir yıldız düştü üzerime. Kaldırmak istedim ama fazla ağırdı. Ona bir kadına doğru çekilir gibi çekildiğimi hissettim. Sen de bana onun benim, eşitim olduğunu söyledin.” Daha sonra karşılaşırlar ve ölümüne bir güreşe tutuşurlar; belirsiz de olsa Gılgamış, Enkidu’yu yener; sonrasında kucaklaşırlar ve dostluk başlar. Birlikte, Uruk şehrini tehdit eden sedir ormanlarındaki canavarı yenerler.
Gilgamesh and Enkidu Battle with Humbaba - Basalt relief, 10th-9th c. BCE, from Palace of King Kapara at Tell Halaf in Syria
Gılgamış ve Enkidu, Canavarla dövüşürken - M.Ö. 9. y.y, Suriye
Gilgamesh kills the Bull of Heaven - Terracotta votive relief, 2250–1900 BCE, from ancient Mezopatamia
Gilgamış, Gök Boğası'nı öldürürken - M.Ö. 2.250-1.900, antik Mezopotamya, kabartma heykel
Enkidu’nun dostluğu, Gılgamış’ı kadınlara olan arzusundan uzaklaştırır, hatta tanrıça İştar’ın evlenme teklifini dahi reddeder. Beden isteklerinden, kadınlardan uzaklaşıp kendi insansı isteğine, dostuna kavuşmuştur. Ama bu dostluğun karşısında reddedilen ana tanrıça İştar, ikisini de lanetler. Ve bir gün Enkidu hastalanır ve ölür. Gılgamış eşitini, eşitliği öğreten Enkidu’yu ve dostluğunu kaybeder. Acılar içindeyken “Onun yüzünü bir gelin gibi örter” diye anlatır destan. Gılgamış ile Enkidu ilişkisi, dürtülerin ve karşı cinsin aşılması olarak saygıya layık aşkın; ancak erkekler arasında gerçekleşebileceğini anlatır gibidir.

Gılgamış’ın Ölümsüzlük Arayışı

Dostu Enkidu’yu kaybetmenin acısıyla ve ölümle yüzleşen tanrı kral, ölümsüzlüğü aramaya başlar ve yolculuğa çıkar. Ölümüz Utanapistim’i bulur; ölümsüzlüğünün tanrıların kararı olduğunu ve Tufan sonrasında kendisine verildiğini ve başka kimsenin ölümsüzlüğe ulaşamayacağını söyler Utanapistim ama Gılgamış vazgeçmez. Bunun üzerine yedi gün uykusuz kalma sınavına sokulur ama bedenine yenik düşer, sonrasında su altındaki gençlik otu verilir teselli olarak ama yine bedeninin sınırlarında kalır; dalgınlık anında otu yılan yer. En sonunda, şehrine eli boş geri döner. Gılgamış Destanı insanın, doğasını aşmak için verdiği mücadelenin anlatısıdır.
Gilgamesh in left and Enkidu in right, on Cylinder Seal - from Sumerian city of Uruk
solda Gılgamış, sağda Enkidu savaşırken - mühür baskı, Uruk şehri, Sümerler


Gılgamış Tabletlerinin Özeti
Tablet I
Gılgamış'ın çok bilgili, çok gezen, Uruk duvarını ve tapınaklarını yaptıran; halkına sıkıntı veren bir kraldır. Enkidu, ona karşı kırlarda tanrılar tarafından yaratılır. Gılgamış'ın gördüğü rüyaları Annesi tanrıçaya anlatır.
Tablet II
Enkidü, tapınak Fahişesi ile karşılaşır ve insanlaşır; şehre gelip Gılgamış ile karsılaşır. Önce kavga ederler, sonrasında dost olurlar ve sedir ormanlarına gidip oradaki ejderhayı öldürme planı yaparlar.
Tablet III
Ejderha öldürme planından halk, endişelenir ve Enkidu'dan onu koruması isterler. Gılgamış’ın annesi Tanrıça da, koruması için Güneş Tanrısı’na dualar eder.
Tablet IV
Gılgamış ve Enkidu, Güneş Tanrısı’na kendilerine yardım etmesi için dua edip, yola çıkarlar. Yolda Gılgamış, rüyalar görür ve onları Enkidu yorumlar. Yol boyunca Gılgamış ve Enkidu korkuya kapılırlar ama birbirlerine cesaret vererek yola devam ederler.
Tablet V
Sedir ormanlarına geldiklerinde, canavar onları fark eder ve Gılgamış’ı uyutur. Güneş Tanrısının yardım ile canavarı sonrasında yakalarlar, Güneş tanrısı öldürmemelerini söylese de, onu dinlemeyip canavarı öldürürler. Sedir ormanından kestikleri ağaçları, Fırat nehrine dökerek Uruk şehrine gönderirler.
Tablet VI
Uruk'a döndükleri zaman Tanrıça İştar, Gılgamış'a evlenme teklif eder ama o kabul etmez, bunu üzerine tanrıça Gök Boğası’nı Uruk’a saldırtır. Gılgamış ile Enkidu, birlikte savaşarak boğayı da öldürürler ve Enkidu, boğanın sağ kalçasını tanrıçanın yüzüne fırlatır. Bunu üzerine Istar, ikisini de lanetler, fakat onlar buna aldırmaz ve sarayda şenlikler yaparlar.
Tablet VII
Enkidu, rüyasında kendisinin cezalandırılacağını görür. Ve sonrasında hastalanır, acılar içinde iken onu kırlardan getirenlere lanetler yağdırır. Güneş tanrısı, onu sakinleştirir ama Enkidu ölür.
Tablet VIII
Gılgamış, arkadaşının ölümünden dolayı üzüntü içinde ağıtlar söylemeye başlar. Birlikte yaptıkları savaşları ve dostluklarını anlatır ve herkesin, kendisi gibi Enkidu için yas tutmasını ister, hatta dostu için heykel yaptırır.
Tablet IX
Gılgamış, Enkidu’nun ölümünden sonra kendisinin öleceğini düşünerek korkmaya başlar ve ölümsüzlüğü ve huzuru aramak için yolculuğa çıkar. Bir dağda akrep görüntüsünden insanlara rastlar, onların dağın kapısını açmasıyla mücevherler bahçesine gelir.
Tablet X
Gılgamış, yoluna devam eder ve deniz kenarına ulaşır; burada içki evi işleten kadınla karşılaşır ve onu ölümsüzlüğü aradığını söyler. Kadın bu istekten vazgeçmesini, kimsenin ölümsüzlüğü bulamadığını ve kalan günlerinin tadını çıkarmasını söyler. Ama Gılgamış, isteğinden vazgeçmez; bunun üzerine kadın, ilk ve son kez ölümsüzlüğü bulan Utanapistim'ın yanına onu götürecek kayıkçıyı gösterir.
Gılgamış, kayıkçıyla birlikte denize açılır, ölülerin götürüldüğü sulardan da geçerek Tanrıların cennetine, ölümsüzlüğü bulan Utanapistim'in bulunduğu yere ulaşır. Gılgamış, Utanapistim'e başından geçenleri, dostu Enkidu gibi ölmek istemediğini ve ölümsüz olmak istediği anlatır. Utanapistim bu isteğinin olmayacağını çünkü ölümsüzlüğü tanrıların, ona verdiğini ve bir daha böyle bir şey yapmayacaklarını anlatır.
Tablet XI
Utanapistim, Gılgamış'a nasıl ölümsüz olduğunu anlatır. Tanrılar, bir tufan ile bütün yarattıklarını ortadan kaldırmaya karar veriler. Bilgelik Tanrısı, Utanapistim’e kararı bildirip bir gemi yaparak ailesini ve mümkün tüm canlıları kurtarmasını söyler. Utanapistim söylenenleri yapar, gemiyi hazırlar ve sonrasında Tufan olur. Tufan, altı gün yedi gece sürer; yedinci gün, Utanapistim gemiden çıkarak Tanrılara kurban sunar. Bunun üzerine tufana karar veren Tanrı, yaptığına karşılık ona ölümsüzlüğü verir.
Gılgamış'a yedi gün uykusuz kalma testi yapılır ama o başaramaz, uykuya dalar. Dönerken teselli olması için Utanapistim, ona su altında olan gençlik otunu bulmasını böylece yeniden gençleşebileceğini söyler. Gılgamış gençlik otunu bulur ama onu da dalgın bir anında yılan yer. İsteğine ulaşamayan, hayal kırıklığına uğramış olan Gilgamış büyük bir üzüntüyle şehrine geri döner.

Dünya’nın Doğuşu ve Yaradılış Destanları

Dünya yaratılış mitleri, çoğunlukla bir bütünün ikiye ayrışmasını anlatır. Yaratılış efsanelerinde, ekseriyetle başlangıçtaki Yaratıcı, tek değildir; tekliği içinde ikiliği taşır.  Kaos ayrışmazlıktır ve kendi ikiliğinde kozmosu kendi içinden zuhur eder.Kaos hareketi başlatır; sonra Kozmos düzeni kurar. Yaradılışın doğuşu, çoğunlukla bir cinayet, kurban, kan dökümü ile başlar.  Yaratılış efsaneleri ikiye ayrılır: Tanrıların Yaradılışı (Thegonia) ve Evrenin Yaradılışı (Cosmogonia) Yazılı ilk örnek, Mezopotamya’daki Babil yaratılış destanı Enüma Eliş (Vaktiyle Yukarda) dir.

Enûma Eliş

Gökler yoktu bir zamanlar
Yeryüzü yoktu, yükseklik ve derinlik
İsim yoktu, toprak altında Apsu vardı yalnız.
İlk yaratıcı olan tatlı su.
Birde acı su Taimat vardı.
Birde döl yatağına dönen Mummu
O zaman Tanrılar yoktu daha.
Birbirine karışmıştı tatlıyla acı
Örgülü kamışlar birleşmemişti henüz
Suları bulandırmıyordu sazlar
Tanrıların adı yoktu, doğası yoktu
Geleceği yoktu, işte o vakit
Sürüklenip gelmiş çamurlarla dolu suda
Apsu'dan Tiamat'tan ansızın
Tanrılar yaratıldı.

Çamurdan doğan Lahmu ile Lahamu
Daha genceciktiler boyları uzmamıştı.
Göklerin ufku Anşar ile yeryüzü ufku Kişar
Onlara baskın çıktılar,
Uzadı göğün ve yerin çizgileri.
Ufukta bulutlar çamurlardan ayrıldı.
Günler günleri kovaladı, yıllar yılları.
Boş gök ulu tanrı EA'yı doğurdu kendi başına.
EA, göğün ufkundan daha geniş bir akıl
Benzerlerinden kat kat güçlü.


Sonra tanrı Marduk ortaya çıkar ve EA'ya "insanı yaratmak” istediğini söyler:

Kanı kanla birleştireceğim
Kanı kemikle
Bir şey yaratacağım, benzeri görülmemiş
Adı İnsan olacak
İlk insanı yaratıyorum

Sümer inanışının bir başka yaratılış anlatısı Inanna’nın Ölüler Diyarına İnişi” adlı şiir biçimdeki bulgudur. Tabletlere yazılmış efsanede, tanrıça Inanna (İştar) ile kocası tanrı Tammuz anlatılır. Bitkiler tanrısı Tammuz ile bereket, savaş ve aşk tanrısı İştar ile mutlu bir yaşam sürmektedir. Birgün, Tammuz yaban domuzunun saldırısına uğrar ve ölür. Tammuz'un ölümü tüm doğayı yasa boğar ve bitkiler yeşermez, kuralık başlar. Kocasının ölümüne çok üzülen tanrıça İştar, onu kurtarıp tekrar gün ışığına çıkarır. Ancak bu dönüşün bir bedeli vardır. Tammuz, her yıl kısa bir süre için tekrar cehenneme dönmek zorundadır. Böylece ölüm-yaşam döngüsünde, mevsimler birbirini izleyecek ve doğa, ölüp yeniden dirilecektir.

Gılgamış Destanı

Mezopotamya yaratılış ve kuruluş anlatılarının karışımıdır Gılgamış Destanı. Akad dilinde yazılır, ilk ortaya çıkışı M.Ö. 2000’li yıllardır. Tanrı kral Gılgameş ile çobanların kralı güçlü Enkidu arasındaki ilk önce düşmanlık ve mücadele ile başlayan, zaman içinde büyük bir dostluğa dönüşen macera anlatılır destanda. Tanrıça İştar, cesareti ve gücü ile ünlenen yarı tanrı Gılgameş'i beğenir ve ama Gılgameş onu kabul etmez. Gılgameş'e kızan İştar, tanrı Anum'dan onu cezalandırmasını ister. Anum, İştar’ın isteği kabul ederek, göksel bir boğa yaratır. Bu azgın boğa çok güçlüdür ama Gılgameş onu da öldürür. Bir zaman sonra Enduku hastalanır ve ölür. Dostu Enduku’nin ölümü, Gılgameş'i çok etkiler, düşüncelere dalar. Gılgameş ölümsüzlüğü aramaya başlar.

Gılgameş, dedelerinden birinin Tufan’dan sonra tanrılar tarafından ölümsüzlüğe kavuşturulduğunu duymuştur ve dedesini bulmak için yolculuğa çıkar. Uzun bir yolculuktan sonra dedesinin ülkesine varır. Ölümsüzlüğün gizemini soran Gılgameş'e dedesi kendi dedesinin sözünü iletir: “Denizlerin dibinde yetişen büyülü bir ot vardır. Eğer bu otu bulup yiyecek olursan sen de ölümsüzlüğe kavuşursun." Bu sözü duyan Gılgameş, dedesinin kaptanı ile yola koyulur. Denize açılırlar, bir süre sonra Gılgameş, “ölümsüzlük otunu” bulur ve bir tutam alıp, kıyaya döner. Mutluluk içindeki Gılgameş kıyıya vardığından dinlenmek ister ve uyur. O uyurken, bir yılan gelir ve ölümsüzlük otunu yer. Gılgameş, ölümsüzlüğü kaybeder.

Mısır’da Yaratılış

Mısır yaratılış inancına göre başlangıçta dünya, su ve bataklıktır. Sonra sular alçalır ve ortaya bir Ada çıkar. Bu adada bir kurbağa, birkaç yılan ve bir de yumurta vardır. Yumurtadan bir kaz çıkar ve uçmaya başlar. Bu kaz, kılık değiştirmiş RA dır. Var olan her şeyi yaratan Tanrı Ptah dır. Yeryüzü tanrısı Gebb ile gökyüzü tanrısı Hathor’un iki kızı, iki oğlu olur. Erkeklerin ismi Osiris ile Seth, kızlar ise İsis ve Neft dir. Osiris ile İsis, Seth ile Neft kardeşler olarak evlenirler. Tanrı Gebb yeryüzünün yönetimini Osiris'e verir. Osiris’in başarısını kıskanan Seth, onu öldürür. Seth, Osiris’in vücudunu on dört parçaya ayırarak Mısır'ın çeşitli yerlerine gömer. İsis daha sonra kocası Osiris’in parçalarını toparlayarak, tanrıların yardımıyla onu tekrar hayata döndürür. Osiris, ölülerin ve bütün doğan şeylerin koruyucusu ve simgesidir. Seth ise, kötülük ve yıkımın simgesidir. Osiris ile Seth’in mücadelesi iyi ve kötünün savaşımını sembolize eder.  Zaman içinde birçok görünüm ile ortaya çıktığına inanılan Hermes, hem bilgeliğin hem de gizliliğin sembolüdür. Gizli ve saklanmış anlamına gelen Hermetik sözcüğü Batı dillerine, Mısır’dan geçer. Mısır Hermes kültü hala gizliliğini korur. Bugün, kadim Mısır inançları hakkındaki bilgi, Mısır Ölüler Kitabı’na dayanır.

Hint Yaratılış İnanışı Veda

Hint yaratılış söylencesinin ilk katmanı Veda’lar dönemidir. Veda, bilgi demektir; Veda'ların en eskisi Rig Veda’dır, daha sonra Atharva Veda gelmiştir. Rig Veda’da yaratılış şöyle anlatılır:Ne varlık, ne de yokluk vardı, yukarısı ne uzak, ne de gökyüzü vardı. Hareket eden neydi? Nerede ve kimin yönetiminde? Derin, dipsiz Sumu vardı. O zaman, ne ölüm, ne ölümsüzlük, ne de geceyi gündüzden ayıracak bir belirti vardı. Bir, nefes almadan soluyordu, kendiliğinden hareketliydi, ötesinde hiçbir şey mevcut değildi. Başlangıçta karanlıklar, karanlıkları örtüyordu. Boşlukta hapis olan Bir, sıcaklığın gücü ile vücut buldu.

Brahma, Vişnu, Şiva

Destanlar dönemi ile birlikte din, Hint coğrafyasında tüm yaşama hâkim olur. Doğa, her şeyi ile tanrısal niteliğe bürünür; doğa, biçimi olmayan soyut tanrının gerçeğidir; tanrının doğadaki gerçekliğine Brahman denir. Brahman, kozmos içinde insana üç ayrı biçimde görünür. Brahman’ın üç görünümü, üç tanrı ile adlandırılır: Brahma, Vişnu, Şiva. Brahma yaratıcıdır, varlığı doğurur. Vişnu, gelişmeyi ve varoluşu sürdürür. Şiva, hiçliğin içinde varlığa dönüşümü sağlar.

Mahabarata Destanı

Hint dünyasının iki büyük destanı olur. Bunlar, M.Ö. 800 yıllarda ortaya çıkan Mahabaharata ve Ramayana destanıdır. Mahabarata, dünyanın en uzun şiiridir ve yüz binden fazla kıtadan oluşur.  Mahabharata, birçok anlamı olmakla birlikte "İnsanlığın Büyük Öyküsü" demektir. Bugün, hala Hindistan'daki günlük yaşamı ve ahlakı şekillendirir. Hindu inanışa göre; Mahabarata'da olmayan şey, hiçbir yerde yoktur. Destan, insanın ölüm korkusu, tanrıların bilinmeyen etkileri ve tanrıların yaşama duyarsızlığı gibi çok ontik konuyu manzume-hikâye biçiminde anlatır. Ramayana Destanı ise, Kral Rana'nın (Vişnu) yaşamı ve kahramanlıklarını anlatır.

Mayalar ve Popol-Vuh
Mayalar’ın yaratılış ve kutsal kitabı Popol-Vuh dur. Kitap, insanlık tarihinin en eski mitik kaynaklarından biridir. Popol-Vuh metinlerinin ezoterik ve özgün dili, günümüz düşüncesine belli oranda kapalıdır. Popol-Vuh'da yaratılış, dört aşamadan oluşur. Gezegenler ve yıldızlar, kozmos içinde sarmal varoluş ile dünyanın düzenini simgeler. Kozmik zaman içinde devler, uzun süre savaşmıştır. Mayalar’ın inandığı yaratıcı Tanrının simgesi yoktur; çünkü kozmosta değildir. Görünmeyen tanrının adı Hunab Ku dur. Her şeyi yaratan Hunab Ku’dur ama dünyaya bedensizdir ve ona put yapılamaz.

Medeniyetin Başlangıcı ve Sanat, İnsan Kurban Etme ve Tanrıça İnanna


Konuşmacı: İskender Savaşır



Uyarı: Seminer notları konuşmacının sunumunu tam olarak yansıtmıyor olabilir!  - Ahmet Usta



Yerleşik Hayat ve Site Yaşamı


Mezopotamya’daki site yaşamı, güçlü bir devlet organizasyonu ve bürokrasi getirdi. Medeniyetin oluşması ile örneğin Sümer halkında yaşam süresinde kısalma görüldü, bunun nedeni yerleşik hayat ile birlikte hayvanlarla birlikte barınma ve salgın hastalıklar idi. Bu dönemde at, sığır ve domuz evcilleştirildi.

Tarıma dayalı ilk medeniyet olarak Mezopotamya sitelerinin, yanı sıra aynı dönemde toplayıcı-avcı olarak yaşan sürü toplulukları da, site dışında yaşamaya devam ettiler. Toplayıcı-avcı ve kan bağı üzerinden sürü halinde yaşan bu kitleler daha saldırgan, yağmacı oldukları için tarihte çoğunlukla barbar olarak nitelendirildiler. Barbarlar, yerleşik hayat sürmedikleri için zamanla üreme olarak faklı kan bağları ile değişik etnik kompozisyonlar göstermeye başladılar.

Bu dönemde site/devlet yapısı içerisinde rahipler, medeniyet öncesi homo erectus ve sapiens kökenli şamanın, dini ve sosyal işlevlerini devraldılar. Yerleşik olmayan topluluklarda da, şahman benzeri insanlar bulundu ama bunlar site içindekiler rahipler gibi ticari-siyasi güçten biraz daha farklı olarak mistik-büyücü yanlarını koruyorlardı. Akdeniz havzası-Mezopotamya ile Himalaya paralelindeki yerleşik topluluklara medeniyet/site devletleri denilirken, Kuzeyinde kalan bölgelerdeki Türkler, Moğollar, İskitler v.s. den oluşan topluluklara, “bozkır imparatorlukları” denildi.
mağara sanatı resminde bir şaman figürü - Güney Afrika'dan

"İnsan Kurban Etme" Ayini


Medeniyetin ilk yıllarında, tarım öncesine dayanan kurban etme ayini vardı. Bu ayin, tanrı efsanelerinin öncesinden geliyordu. Burada önemli bir nokta, kurban etme ayinlerine ait henüz arkeolojik kanıt yoktur ama antropolojik olarak kaynaklar bulunmaktadır. Tarıma dayalı ilk toplumlar, Kozmosun devam edebilmesi için kurban verilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu amaçla, seçilen gürbüz bir delikanlı yıl boyunca doğanın nimetleriyle iyice besleniyor, tapınak rahibesi ile çiftleştirilip sonra hasat zamanı parçalanıp, parçaları kosmosun ebediyeti için tarlalara serpiliyordu.
Atargatıs - Nabatalılar'ın Bereket Tanrıçası

Pier Paolo Pasolini’nin muhteşem filmi Media'da, "insan kurban etme ayini" çok etkileyici biçimde anlatılır. Gerek "kurban" anlatısı, gerek ise Pasolini’nin özgün sinematografisi için izlenilmesini şiddetle tavsiye ederim.

Aynı dönem içinde, site ve yerleşik hayatın dışında kalan, örgütlü olarak kabile düzeninde yaşamaya devam eden yarı "barbar topluluklar" vardı. 

Savaş ve Ticaret

Yerleşik ve bozkır toplumların savaş taktikleri de birbirinden farklı idi. Her iki toplulukta savaş ve işgal döneminde yağma ve katliam yapıyordu. Mesela Moğollar çok farklıydı işgal ettikleri yerde, kimi zaman hiçbir medeniyet kalıntısı ve canlı bırakmıyor, kimi zamanda az zarar veriyorlardı.

Bozkır imparatorlukları da, site devletleri gibi ticarete önem vermek zorundaydılar, hatta Cengiz Han ile Moğollar, tarihi İpek Yolu’nun uzun bir dönem hâkimi oldular. Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir topluluk kendine yeter artık, birikimi sağlayamadığı için topluluklar her zaman ticaret yapmak zorunda kalmıştır ve her zaman ticaret vardı.

Medeniyetin Başlangıcından Sanat

Sanat örneklerine bakıldığı zaman bozkır ve medeniyet sanatının çok net ayrılıklarını görebiliyoruz. Yerleşik toplumların sanat ürünlerinde, süslemecilik ön plana çıkıyordu. Medeniyetin doğuş yıllarındaki sanatta yine belirgin olarak Ana Tanrıca temsilini görüyoruz fakat yerleşik hayatla birlikte tanrıça figüründe büyük bir çeşitlenme ve değişim başlıyor.

Tarih öncesi Lausse Venüsü (eksi 20-25 bin) heykelciğideki tanrıçanın elindeki boğa boynuzundan  dönem insanın asgari bir aritmetik bildiğini söyleyebiliriz. Boğa hayvanı, ana tanrıçanın önemli bir temsilini oluşturuyordu ve kutsal olarak kabul ediliyordu.
Laussel Venüsü 
Ana tanrıça figürlerinde evrensel olan, tanrıçanın yüzünün gizli veya belirsiz oluşudur. Venüs heykelciklerinde yüz hatları belirsizleştirilip, kutsal kılınırken vulva bölgesi ise doğurganlığa vurgu olarak abartılı biçimde temsil edilmiştir.

Tarih öncesi ve neolitik çağda insanları sanat yapmaya iten motivasyon, "ölümün ve doğumun gizemi" olmuştur. Benim şahsi fikrim, ana tanrıca figürlerindeki motivasyon ölüme değil; doğumun gizemine, doğurganlık-yaradılış mucizesine bağlı olarak gelişmiştir.

Neolitik çağ birlikte sanat eserlerinde başka kadın figürüleri karşımıza çıkmaya başlıyorBu dönem ana tanrıça figüründeki değişimin önemli örneği olarak “sürüngen kadın” temsilinin belirmesini gösterebiliriz.
       Sürüngen Kadın - figurines with reptilian looking heads -  6000 BC-4000 BC
Paleotik çağdaki ana tanrıça figürü üzerinden yaptığımız genellemeleri, neolitik çağda artık yapamıyoruz, tanrıça fügürleri çeşitleniyor ve farklılaşıyor. Ana tanrıçadaki doğum-bereket temsili, neolitik çağ birlikte yavaş yavaş aşk ve güzellik kavramına doğru değişmeye başlıyor.

Sümer Tanrısı İnanna

Neolitik çağa ait ilk yazılı kayıt olan ambar kayıtlarından sonra günümüze gelen ikinci bulgu, “İnanna’nın yer altına inişi” adlı anlatı şiiridir. Tarım toplumlarının ilk dönemlerinde Sümer tanrısı İnanna'yı görüyoruz ve mitik inanışın temelini oluşturuyor.

İnanna göğe, yeryüzüne ve yeraltına egemendi. O, Tanrı Enlil'e isteğini yaptırmış, Enki'yi aldatamayı başarmış, cazibeli kadın tanrıydı. İnanna, bereket ve yer değiştirmenin (ticaret, hırsızlık, ölülerin yerin altına inmesi gibi) tanrısıydı. İnanna’nın bereket tanrısı olarak yılın 6 ayı yer üstünde, 6 ayı da yeraltında yaşadığına inanılıyordu. Kurban etme ayinlerinin üst mitik yapısının, İnanna’nın yeryüzündeki yaşamına ve bereketine şükran olduğunu söyleyebiliriz.
Mezapotamya Ana Tanrıçalarından İştar - M.Ö. 4 binler
Mezapotamya’nın tanrısı İnanna figürünü, daha sonra farklı isimlerde diğer mitolojilerde görüyoruz. İnanna, Akatlar'da İştar, Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele, Yunan’da Afrodit olarak ortaya çıkmıştır. İnanna, zaman içinde tarımsal yaşamdaki bereket tanrısı figüründen, Helen dünyasındaki Afrodit temsiline ve arzu noktasına kaymıştır.