Kin, hiddet, infial, kızgınlık, garez,
hınç, tiksinti. Ve Kelam’ın Celal’i… “Söz uçar, yazı kalır” ilkesinin, nizamını
kaybetmesinin üzerinden uzun ama çok uzun zaman geçmiş olmasına rağmen; yine de
temayüllerin içinde kalarak yazıyorum sadelikle. Yazı-yorum, yapıyorum.
Derlemelerden oluşan deneme biçiminde.
İnsan benliğinin nihaî arzusu, saygı
görme isteği. Saygı, iyi bir işe ve statüye sahip olmaya bağımlı ise; benliğin,
kendiliği üzerinden kuracağı ilişki bile çoğunlukla toplum kipinde oluyorsa;
insanın ölçüsü ve ölçütü, dün-bugün ve sanırım yarın sadece ekonomi ise;
birileri, bunun dışında gerçeklikler olduğuna ve yaşadıklarına dair anekdotlar
anlatıyor ise ve bu anlatılar, onların Tanrı’nın şanslı kulları olduklarını
göstermekten başka hiçbir işe yaramıyor ise; birçok ilişki, iletişim biçimi daha
kuruluş aşamasında derme-çatma olmaya, geçiciliğe ve sönmeye mahkûm ise; sevgi
ve ötesinde saygı görme isteğinin, istediğine ulaşamaması dürtülerin öncülüğünde
nefret ile zemin bulmaz mı?
Malum futbol derbisini izliyorduk; arkadaşım,
karşı takımın 87. dakikada gelen kafa golünü görünce maçı izlediğimiz kafenin
ortasında ayağa kalkmış ve son söz hakkını kullanarak şöyle bağırmıştı: Nefretimsin…
Yakın arkadaşımın bir iş-proje sonrasında yaşadığım hayal kırıklığına karşı, soyadıma
atıf yaparak söylediği “Usta, yine çırak çıkmışsın” kinayesi ile içine düştüğüm
şaşkınlık olarak nefret… İki arada bir derede kalmanın ve Anadolu’da olmanın
zaman zaman nefret dolu sitemkâr benliği; bir yanı ile Cemil Meriç, bir yanı
ile Kahveci Bulut abi…
İçgüdülerine bağımlı, duygularıyla
hareket eden ve iradesini akıl ile yönetmeyen insanının; toplum düzeninde
ahlaklı olamayacağını söyleyen Kant, kurduğu Akıl Ülkesi’nden nefret, tamahkârlık
ve benzeri duyguları kovmuştu. Ne var ki, üzerinden uzun yıllar geçmesine
rağmen üstat Kant’ın Akıl Ülkesi’ne “göçmen başvurusu” çok az oldu. “O büyük
şey neydi, arıyorduk gözlerimizle” şarkısını dinliyorum Zerrin Özer’den, yakın
dönemde anladım Özer’in neo-Kantçı olduğunu. O büyük şey neydi, Yüce mi? Görsek
de, gitsek diyorum.
Nefreti anlamak için Google’lamak
istiyorum. Google henüz kelimenin anlamını sorgulayamıyor, meta olarak dizine
ekliyor. Aslında tıpkı bizim gibi, sadece kelimenin kelimeliğine bakıyor; kelimelere
takılıyor, ”eee, şey işte diyor” sanki Google, henüz semantik çözümleme
yapamıyor; gündelikler telaşında bizim yapamadığımız gibi. Diğer yandan semantik
web çalışmaları almış başını gidiyor; yakında anlam, http düzleminde
çözülecekmiş. Milyarlarca sosyal medya verisi ve sahipleri -Allah’ım nasıl da
büyük terabayt- algoritmalarda dolaşıyorlar. Ve Darknet ve Bitcoin ekonomisi
gittikçe büyüyor, kayıt dışı okyanuslara çok az kişi, hacker girebiliyor
şimdilik. Günde -evet, yanlış okumadınız günde- milyon Dolar değerinde Bitcoin
kazanan adam, hiç görmediği Darknet piyasa rakibini, yine hiç görmediği
tetikçiler kiralayıp, Bitcoin ödemesi yaparak öldürtmüş. Sanal nefret
üzerinden, gerçek ceset hizmeti sunuluyor bir iki tıklamayla.
İnsan bilgisi ve deneyiminin kabaca
yüzde sekseni, göz ve görme ilişkisi üzerine kurulu. “Ben ve Dünya” diye bir
resmin içinde dolaşıyoruz ve resmin içinde kendimizi bazı bazı boşaltılmış,
resmi ve gayri resmi olarak resmin dışına çıkarılmış hissederken; aynı zamanda
resmin çerçevesinin dışına benlik ve bütünlük olarak çıkmaya dair akıl, sağduyu
yetisini ve pratiklerini yitirmişken; bu hal ve gidişatta âlemin kinetik enerji
kaynağı değil mi nefret? Böyle bir eko-sistemde Arif çok yaşamaz; yaşasa bile
sesi cılız, bedeni obezdir. Nefret, devamlılığı ile müsemma ve moderndir.
Temsilin temsiline hakikat payesi verenlerin; söz ola, tadındaki temcit pilavlarının ve Dünya bir sahnedir, diyen Şekspir’in sözünün hiçbir öneminin, hatta anlamının olmadığı düşünüyorum; muzafferlerin bile karikatür olduğu yerkürede... “Büyük aşklar, nefretle başlar” amentüsüne dönelim, yaşanmış olduğuna dair dedikodular var, belgesellerin yalancısıyım. Haa, bu arada Louis Aragon “Mutlu aşk yoktur” demiş. Siz Louis’i ciddiye almayın… Amelinden uzak arzulara sahipsin, olmayınca olmuyor diyemiyorsun; diyememen öğretilmiş, şartlı reflekslerle nefretlere geliyorsun, internet mecrasında Zalim Caps’ler dolaşıyor; gülerek sakinleşiyorsun. Ekmeğin, tuzun var mı diye soran yok…
Nefret sevgiye benzemez, hayal
kırıklığına uğratmaz; zaten kendisi hayal kırıklığıdır. Nefret, sevgi üzerinden
yaşanacak olası bir acıyı müjdelemez; o zaten acı ile yola çıkmıştır. Nefret
eden kişi, kızgındır ve kendisini “günah keçisi” olarak görür. Günah keçisi,
günahı olmayanı kurban ederek; kutsal olmayan yaşama kutsallık katmak için kan
dökenlerin, mağdurudur. Sırası değil ama sırası gelmeden ekleyeyim; Tevrat’taki
On Emir’den biri şöyle der: “Çünkü ben, Tanrı RAB, kıskanç bir Tanrı’yım.
Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü,
dördüncü kuşaklardan sorarım.”
İnsan -ne eylerlerse eylesin- ölümlü
olduğunu bile bile yaşamanın dehşetinde, bir gün mutlu, 7 gün mutsuz günlerinin
getirdiğinde, 3 vakte kadar çürüyen madde olacağının bilgisinde, zaman içinde zamanın,
hayatının gerçek yüklemi olduğunu anlayarak; yaşamı mümkün mertebe içine
sindirip, nefreti dindirebilir ve şükrana geçebilir. Bu konumda rivayetler,
ameller çeşitli. Her şeyin sonu gibi, bu yazınında münasip biçimde toparlanması
bekleniyor ama hayat, böyle münasebetlere pek imkân vermiyor. O yüzden bu yazı,
hayat gibi insana yarım bitti…
Ahmet Usta
Psikeart ‘Nefret’ 42. sayı - Kasım 2015