Nefretimden Prangalar Eskittim


Kin, hiddet, infial, kızgınlık, garez, hınç, tiksinti. Ve Kelam’ın Celal’i… “Söz uçar, yazı kalır” ilkesinin, nizamını kaybetmesinin üzerinden uzun ama çok uzun zaman geçmiş olmasına rağmen; yine de temayüllerin içinde kalarak yazıyorum sadelikle. Yazı-yorum, yapıyorum. Derlemelerden oluşan deneme biçiminde.

İnsan benliğinin nihaî arzusu, saygı görme isteği. Saygı, iyi bir işe ve statüye sahip olmaya bağımlı ise; benliğin, kendiliği üzerinden kuracağı ilişki bile çoğunlukla toplum kipinde oluyorsa; insanın ölçüsü ve ölçütü, dün-bugün ve sanırım yarın sadece ekonomi ise; birileri, bunun dışında gerçeklikler olduğuna ve yaşadıklarına dair anekdotlar anlatıyor ise ve bu anlatılar, onların Tanrı’nın şanslı kulları olduklarını göstermekten başka hiçbir işe yaramıyor ise; birçok ilişki, iletişim biçimi daha kuruluş aşamasında derme-çatma olmaya, geçiciliğe ve sönmeye mahkûm ise; sevgi ve ötesinde saygı görme isteğinin, istediğine ulaşamaması dürtülerin öncülüğünde nefret ile zemin bulmaz mı?


Nefret, insanın başka bir insanın mutsuzluğunu ve acı çekmesini istemesi imiş. Sevme yetisini yitirme hali diyorlar sana sevgili Nefret… Sesini duyar gibiyim “Sevecek yerlerim ağrıyor” der gibisin. Sevgilerimiz, saygılarımız çoğunlukla dolayıma, çıkara ve hatta falana filana tabi. Oysa ki nefret ederken sen gerçeksin, ben gerçeğim. Nefret bizim en saf, dolayımsız ve kötücül duygumuz. Sevgiler metafor; nefretler gerçek.

İnsanının doğuştan gelen yıkıcı içgüdüsünün ilk duygusu haset ve onun sonraki dönemlerdeki yansıması nefret diyordu Melanie Klein, “Haset ve Şükran” adlı çok önemli eserinde. Aynen aktarıyorum: “Haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur. Hasetli itki, o istenen şeyi sahibinden çekip almaya yâda bozmaya, kirletmeye yönelir. Şu da var: Haset, öznenin sadece bir kişiyle olan ilişkisiyle ilgilidir ve kökeni de anneyle o herkesi dışlayan eski ilişkide yatıyordur. Kıskançlık da hasete dayanır, ama öznenin en az iki kişiyle ilişki içinde olmasını gerektirir: Özne, kendi hakkı olan sevginin rakibi tarafından elinden alındığına yâda alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna inanıyordur. Kıskançlığın günlük kullanımında, sevilen kişiyle özne arasında bir üçüncü kişi girmiştir.”

Malum futbol derbisini izliyorduk; arkadaşım, karşı takımın 87. dakikada gelen kafa golünü görünce maçı izlediğimiz kafenin ortasında ayağa kalkmış ve son söz hakkını kullanarak şöyle bağırmıştı: Nefretimsin… Yakın arkadaşımın bir iş-proje sonrasında yaşadığım hayal kırıklığına karşı, soyadıma atıf yaparak söylediği “Usta, yine çırak çıkmışsın” kinayesi ile içine düştüğüm şaşkınlık olarak nefret… İki arada bir derede kalmanın ve Anadolu’da olmanın zaman zaman nefret dolu sitemkâr benliği; bir yanı ile Cemil Meriç, bir yanı ile Kahveci Bulut abi…

İçgüdülerine bağımlı, duygularıyla hareket eden ve iradesini akıl ile yönetmeyen insanının; toplum düzeninde ahlaklı olamayacağını söyleyen Kant, kurduğu Akıl Ülkesi’nden nefret, tamahkârlık ve benzeri duyguları kovmuştu. Ne var ki, üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen üstat Kant’ın Akıl Ülkesi’ne “göçmen başvurusu” çok az oldu. “O büyük şey neydi, arıyorduk gözlerimizle” şarkısını dinliyorum Zerrin Özer’den, yakın dönemde anladım Özer’in neo-Kantçı olduğunu. O büyük şey neydi, Yüce mi? Görsek de, gitsek diyorum.

Nefreti anlamak için Google’lamak istiyorum. Google henüz kelimenin anlamını sorgulayamıyor, meta olarak dizine ekliyor. Aslında tıpkı bizim gibi, sadece kelimenin kelimeliğine bakıyor; kelimelere takılıyor, ”eee, şey işte diyor” sanki Google, henüz semantik çözümleme yapamıyor; gündelikler telaşında bizim yapamadığımız gibi. Diğer yandan semantik web çalışmaları almış başını gidiyor; yakında anlam, http düzleminde çözülecekmiş. Milyarlarca sosyal medya verisi ve sahipleri -Allah’ım nasıl da büyük terabayt- algoritmalarda dolaşıyorlar. Ve Darknet ve Bitcoin ekonomisi gittikçe büyüyor, kayıt dışı okyanuslara çok az kişi, hacker girebiliyor şimdilik. Günde -evet, yanlış okumadınız günde- milyon Dolar değerinde Bitcoin kazanan adam, hiç görmediği Darknet piyasa rakibini, yine hiç görmediği tetikçiler kiralayıp, Bitcoin ödemesi yaparak öldürtmüş. Sanal nefret üzerinden, gerçek ceset hizmeti sunuluyor bir iki tıklamayla.

İnsan bilgisi ve deneyiminin kabaca yüzde sekseni, göz ve görme ilişkisi üzerine kurulu. “Ben ve Dünya” diye bir resmin içinde dolaşıyoruz ve resmin içinde kendimizi bazı bazı boşaltılmış, resmi ve gayri resmi olarak resmin dışına çıkarılmış hissederken; aynı zamanda resmin çerçevesinin dışına benlik ve bütünlük olarak çıkmaya dair akıl, sağduyu yetisini ve pratiklerini yitirmişken; bu hal ve gidişatta âlemin kinetik enerji kaynağı değil mi nefret? Böyle bir eko-sistemde Arif çok yaşamaz; yaşasa bile sesi cılız, bedeni obezdir. Nefret, devamlılığı ile müsemma ve moderndir.


Peki ya, nefret söylemi? Söylemin, daha cürüm ortaya çıkmadan suç olarak görülmesi ve cezaya dâhil edilmesi; bireyin fikir ve eylem özgürlüğüne, tercihlerine karşı insan hakları ihlali değil mi? Marketteki indirim reyonundan alınmış veya kullanılması için bedava dağıtılmış kavram bile olmayan kavram “faşizm-faşist” kelimeleri üzerinden kurulan söylemler; kendilerine tabi olmayanları, nefret suçuna dâhil etmek isterken; bazı iştiraklerin “Sizden olmayan yığınları, güdün” kuruluş ilkesiyle mi hareket etmektedir acaba? Nefret söylemi insanlık suçudur; diyen PR çalışmalarına, toplumda tabanı olmayan sivil toplum kuruluşlarına; belki bir gün yerde, “Senede bir gün buluşuruz” diye umut besliyoruz ve onları alkışlıyoruz. Ama alkışlarımızla yaşayan Zeki Müren bile aramızda yok artık. Nefret -rahatsızlık verecek ama- insanın temel düşünce ve eylem özgürlüğüdür. Sonrası yargıya taşınır; yargı da bildiğiniz yargı işte: zarif…

Temsilin temsiline hakikat payesi verenlerin; söz ola, tadındaki temcit pilavlarının ve Dünya bir sahnedir, diyen Şekspir’in sözünün hiçbir öneminin, hatta anlamının olmadığı düşünüyorum; muzafferlerin bile karikatür olduğu yerkürede... “Büyük aşklar, nefretle başlar” amentüsüne dönelim, yaşanmış olduğuna dair dedikodular var, belgesellerin yalancısıyım. Haa, bu arada Louis Aragon “Mutlu aşk yoktur” demiş. Siz Louis’i ciddiye almayın… Amelinden uzak arzulara sahipsin, olmayınca olmuyor diyemiyorsun; diyememen öğretilmiş, şartlı reflekslerle nefretlere geliyorsun, internet mecrasında Zalim Caps’ler dolaşıyor; gülerek sakinleşiyorsun. Ekmeğin, tuzun var mı diye soran yok…

Nefret sevgiye benzemez, hayal kırıklığına uğratmaz; zaten kendisi hayal kırıklığıdır. Nefret, sevgi üzerinden yaşanacak olası bir acıyı müjdelemez; o zaten acı ile yola çıkmıştır. Nefret eden kişi, kızgındır ve kendisini “günah keçisi” olarak görür. Günah keçisi, günahı olmayanı kurban ederek; kutsal olmayan yaşama kutsallık katmak için kan dökenlerin, mağdurudur. Sırası değil ama sırası gelmeden ekleyeyim; Tevrat’taki On Emir’den biri şöyle der: “Çünkü ben, Tanrı RAB, kıskanç bir Tanrı’yım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım.”

İnsan -ne eylerlerse eylesin- ölümlü olduğunu bile bile yaşamanın dehşetinde, bir gün mutlu, 7 gün mutsuz günlerinin getirdiğinde, 3 vakte kadar çürüyen madde olacağının bilgisinde, zaman içinde zamanın, hayatının gerçek yüklemi olduğunu anlayarak; yaşamı mümkün mertebe içine sindirip, nefreti dindirebilir ve şükrana geçebilir. Bu konumda rivayetler, ameller çeşitli. Her şeyin sonu gibi, bu yazınında münasip biçimde toparlanması bekleniyor ama hayat, böyle münasebetlere pek imkân vermiyor. O yüzden bu yazı, hayat gibi insana yarım bitti…

Ahmet Usta

Psikeart ‘Nefret’ 42. sayı - Kasım 2015


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder