'Sevmek Zamanı' - Ben Senin Yalnız Resmine Aşığım


Yapımcı, Senarist, Yönetmen: Metin Erksan
Oyuncular: Müşfik Kenter, Sema Özcan
1965, Siyah beyaz  


Filmin konusu, surete âşık olmaktır. Filmde boyamaya gittiği köşkün duvarında asılı kadın resmine âşık olan boyacı Halil ile resmindeki kadın Meral’in öyküsü anlatılır. Yönetmenliğini Metin Erksan’ın yaptığı film, çekildiği dönem içerisinde taşıdığı yenilikçi anlatımı ve hikâyesi nedeniyle dağıtımcı bulamadığı için sinemalarda gösterime girememişti.

Sevmek Zamanı - Metin Erksan


Unutulmaz Sahnenin Diyaloğu:

Meral: Niçin benim resmime bakıyorsun? Cevap vermeyecek misin bana? Yoksa gerçeği söylemekten korkuyor musun?
Halil: Öğrenmek istediğini Mustafa söylemiştir sana.
Meral: Ben, senin söylemeni istiyorum. Herhalde bana ait bir şeyi öğrenmek hakkımdır.
Halil: Hayır, sanan ait bir mesel değil bu. Resminle benim aramdaki bir durum seni ilgilendirmez. Ben senin resmine aşığım.
Meral: İyi ama âşık oluğun resim benim resmim. İşte ben de buradayım, söyleyeceklerini dinlemeye geldim.
Halil: Resmin sen değilsin ki. Resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil, resmini tanıyorum. Belki, sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın.
Meral: Bu davranışın bir korkudan ileri geliyor.
Halil: Evet, bir korkudan ileri geliyor. Bu korku sevdiğim bir şeye ebediyen sahip olabilmek için çekilen bir korku. Ben senin resmine değil de, sana âşık olsaydım o zaman ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme. Belki de alay edecektin sevgimle. Hâlbuki resmin bana dostça bakıyor. İyilikle bakıyor. Ve ebediyen bakacak.
Meral: Ben de sana bakmak istiyorum.
Halil: Hayır, benle resminin arasına girme, istemiyorum. Ben senin yalnız resmine aşığım.


Birkaç çeşit boşluktur belki de bizleri yaşatan, güncele ve ihtiyaçların dairesi içinde yaşamaya mecbur bırakan. Sevilen varlık, “Sevmek Zamanı” filmindeki erkek karakterin karşılaştığı gibi kadın olunca, erkek için evren artık onsuz kavranılmaz olmuştur. Bir resim, insanın tüm anı ve yaşamı kavramasına yetebilir, muktedirdir. Endişe ve heyecanın nedeni, resimdeki kadının beden-fizik olarak, dünyevi tatmin olmanın imkânsız halleri içinde yeni yoksunlukları erkeğe yükleyecek olmasıdır.



Filmdeki erkek karakter kurulabilecek olası iletişim içinde yaşanacak alışkanlıkların, cazibeyi ve tutkuyu yok edeceğinden korkmaktadır. Erkek, kadının beden bütünlüğünü göstermeyen portre resminde, tamamlanmamış imgesiyle tekil ve ifade edilemeyen bir iletişim kurmaktadır. Kadın, erkek için taşıdığı gizli kalan (gölge-müphem) yanını bilmez, bilemez veya bilmek istemez. Kadın, sadece tecimsel olanın, zengin–fakir ayrımlarının, meta fetiş nesnelerin, sınıflar arası baskının yıkılmasının bu ilişki ve gönül macerası için yeterli olacağını düşünmektedir. 

Erkek maddi zeminler aşılsa dahi, kadının resmiyle olan iletişiminin, kadının kendisi ve bedeniyle olan ilişki içinde yiteceğini, belki de kirleneceğini sezgilemektedir. Ama fiziksel iletişim, âşık için kaçınılmazdır. Bedenler, tam olmamışlıklarında aşk halini kapsamasalar dahi yok edemez, yaşatırlar, aşmaya teşnedirler. Erkek yaşadığı hissiyatın,  yaşayarak kirlenmesine izin vermek istemeyebilir. Ama ötekisiz de ölemeyeceğini bildiğinden, zorunlulukla kendini kurban ederek sevecektir.  Aşık kalacaktır. Hayallerine yenik düşenlerden olacaktır.

Türk sinemasının usta ismi Metin Erksan, 2012 yılında 83 yaşında vefat etti. “Sevmek Zamanı” modern dünyanın insan halleriyle, tarihten devşirilen suret ile bütünleşme özlemine dayalı mistik deneyimleri harmanlayan sade ve özgün Türk filmi olarak dünya sinema tarihindeki yerini aldı.

"Bellek, varolanın gizlediği şeyi ancak “bir an için tüm anlamıyla” içerir." (Bataille) İnsan, belleğinde geçmişten geleceğe huzuru ve arzuyu yaşama hasretiyle devinmektedir. Erkek, resim üzerinden karşılaştığı fenomenin tam olarak bir anlığına yaşattığı “her şeyi kuşatan” yanılsamayı yaşar ve söyler: Ben, senin yalnız resmine aşığım.


Ambulans Günlerinde Dans

uyurgezer gezmeli
kurtulmuş arkaik zamanlar misali.
 
Allah kalbine göre versin
bedduası ile tabiat parkı yankılandı
ah alma milli törenleri
geçti önümüzden.
 
nur topu gibi günahları olsun isterdi
gözü karaşındı
hayta zamanların 4. tekili idi
kurbanda ahali ona ortak girdi.
 
asma suyu ve ardıç ile pansuman
kurduğu hayallerde adam asmaca bir insan.
 
diri kalçanın gölgesi düştü
endişesine
o kavisle duaya niyetlendi
yorumdu ve yoruldu.
 
kalabalık gezerdik
çarpmanın toplama üzerine dağılma etkisiydi
bizi bize bağlayan
içimizde çok sayıda Civelek Taburu’ndan firari
‘inşallah demeyen parayonaktır’ demişti değişik biri
o günlerde su gibi geçti.
 
nefesi kesik ve kıstı gözünü
ölü bir sözcüğe can vermek için
can vermek için
ya şiir olursun, ya da çocuk
ya da olmalı.
 
de ki:
kurşunun değdiği yerde heves kalmıştır
de ki:
çölde her şey serap etkisi yapabilir.
de ki:
madde mi yoksa mana mı ağır?

Nefretimden Prangalar Eskittim


Kin, hiddet, infial, kızgınlık, garez, hınç, tiksinti. Ve Kelam’ın Celal’i… “Söz uçar, yazı kalır” ilkesinin, nizamını kaybetmesinin üzerinden uzun ama çok uzun zaman geçmiş olmasına rağmen; yine de temayüllerin içinde kalarak yazıyorum sadelikle. Yazı-yorum, yapıyorum. Derlemelerden oluşan deneme biçiminde.

İnsan benliğinin nihaî arzusu, saygı görme isteği. Saygı, iyi bir işe ve statüye sahip olmaya bağımlı ise; benliğin, kendiliği üzerinden kuracağı ilişki bile çoğunlukla toplum kipinde oluyorsa; insanın ölçüsü ve ölçütü, dün-bugün ve sanırım yarın sadece ekonomi ise; birileri, bunun dışında gerçeklikler olduğuna ve yaşadıklarına dair anekdotlar anlatıyor ise ve bu anlatılar, onların Tanrı’nın şanslı kulları olduklarını göstermekten başka hiçbir işe yaramıyor ise; birçok ilişki, iletişim biçimi daha kuruluş aşamasında derme-çatma olmaya, geçiciliğe ve sönmeye mahkûm ise; sevgi ve ötesinde saygı görme isteğinin, istediğine ulaşamaması dürtülerin öncülüğünde nefret ile zemin bulmaz mı?


Nefret, insanın başka bir insanın mutsuzluğunu ve acı çekmesini istemesi imiş. Sevme yetisini yitirme hali diyorlar sana sevgili Nefret… Sesini duyar gibiyim “Sevecek yerlerim ağrıyor” der gibisin. Sevgilerimiz, saygılarımız çoğunlukla dolayıma, çıkara ve hatta falana filana tabi. Oysa ki nefret ederken sen gerçeksin, ben gerçeğim. Nefret bizim en saf, dolayımsız ve kötücül duygumuz. Sevgiler metafor; nefretler gerçek.

İnsanının doğuştan gelen yıkıcı içgüdüsünün ilk duygusu haset ve onun sonraki dönemlerdeki yansıması nefret diyordu Melanie Klein, “Haset ve Şükran” adlı çok önemli eserinde. Aynen aktarıyorum: “Haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur. Hasetli itki, o istenen şeyi sahibinden çekip almaya yâda bozmaya, kirletmeye yönelir. Şu da var: Haset, öznenin sadece bir kişiyle olan ilişkisiyle ilgilidir ve kökeni de anneyle o herkesi dışlayan eski ilişkide yatıyordur. Kıskançlık da hasete dayanır, ama öznenin en az iki kişiyle ilişki içinde olmasını gerektirir: Özne, kendi hakkı olan sevginin rakibi tarafından elinden alındığına yâda alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna inanıyordur. Kıskançlığın günlük kullanımında, sevilen kişiyle özne arasında bir üçüncü kişi girmiştir.”

Malum futbol derbisini izliyorduk; arkadaşım, karşı takımın 87. dakikada gelen kafa golünü görünce maçı izlediğimiz kafenin ortasında ayağa kalkmış ve son söz hakkını kullanarak şöyle bağırmıştı: Nefretimsin… Yakın arkadaşımın bir iş-proje sonrasında yaşadığım hayal kırıklığına karşı, soyadıma atıf yaparak söylediği “Usta, yine çırak çıkmışsın” kinayesi ile içine düştüğüm şaşkınlık olarak nefret… İki arada bir derede kalmanın ve Anadolu’da olmanın zaman zaman nefret dolu sitemkâr benliği; bir yanı ile Cemil Meriç, bir yanı ile Kahveci Bulut abi…

İçgüdülerine bağımlı, duygularıyla hareket eden ve iradesini akıl ile yönetmeyen insanının; toplum düzeninde ahlaklı olamayacağını söyleyen Kant, kurduğu Akıl Ülkesi’nden nefret, tamahkârlık ve benzeri duyguları kovmuştu. Ne var ki, üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen üstat Kant’ın Akıl Ülkesi’ne “göçmen başvurusu” çok az oldu. “O büyük şey neydi, arıyorduk gözlerimizle” şarkısını dinliyorum Zerrin Özer’den, yakın dönemde anladım Özer’in neo-Kantçı olduğunu. O büyük şey neydi, Yüce mi? Görsek de, gitsek diyorum.

Nefreti anlamak için Google’lamak istiyorum. Google henüz kelimenin anlamını sorgulayamıyor, meta olarak dizine ekliyor. Aslında tıpkı bizim gibi, sadece kelimenin kelimeliğine bakıyor; kelimelere takılıyor, ”eee, şey işte diyor” sanki Google, henüz semantik çözümleme yapamıyor; gündelikler telaşında bizim yapamadığımız gibi. Diğer yandan semantik web çalışmaları almış başını gidiyor; yakında anlam, http düzleminde çözülecekmiş. Milyarlarca sosyal medya verisi ve sahipleri -Allah’ım nasıl da büyük terabayt- algoritmalarda dolaşıyorlar. Ve Darknet ve Bitcoin ekonomisi gittikçe büyüyor, kayıt dışı okyanuslara çok az kişi, hacker girebiliyor şimdilik. Günde -evet, yanlış okumadınız günde- milyon Dolar değerinde Bitcoin kazanan adam, hiç görmediği Darknet piyasa rakibini, yine hiç görmediği tetikçiler kiralayıp, Bitcoin ödemesi yaparak öldürtmüş. Sanal nefret üzerinden, gerçek ceset hizmeti sunuluyor bir iki tıklamayla.

İnsan bilgisi ve deneyiminin kabaca yüzde sekseni, göz ve görme ilişkisi üzerine kurulu. “Ben ve Dünya” diye bir resmin içinde dolaşıyoruz ve resmin içinde kendimizi bazı bazı boşaltılmış, resmi ve gayri resmi olarak resmin dışına çıkarılmış hissederken; aynı zamanda resmin çerçevesinin dışına benlik ve bütünlük olarak çıkmaya dair akıl, sağduyu yetisini ve pratiklerini yitirmişken; bu hal ve gidişatta âlemin kinetik enerji kaynağı değil mi nefret? Böyle bir eko-sistemde Arif çok yaşamaz; yaşasa bile sesi cılız, bedeni obezdir. Nefret, devamlılığı ile müsemma ve moderndir.


Peki ya, nefret söylemi? Söylemin, daha cürüm ortaya çıkmadan suç olarak görülmesi ve cezaya dâhil edilmesi; bireyin fikir ve eylem özgürlüğüne, tercihlerine karşı insan hakları ihlali değil mi? Marketteki indirim reyonundan alınmış veya kullanılması için bedava dağıtılmış kavram bile olmayan kavram “faşizm-faşist” kelimeleri üzerinden kurulan söylemler; kendilerine tabi olmayanları, nefret suçuna dâhil etmek isterken; bazı iştiraklerin “Sizden olmayan yığınları, güdün” kuruluş ilkesiyle mi hareket etmektedir acaba? Nefret söylemi insanlık suçudur; diyen PR çalışmalarına, toplumda tabanı olmayan sivil toplum kuruluşlarına; belki bir gün yerde, “Senede bir gün buluşuruz” diye umut besliyoruz ve onları alkışlıyoruz. Ama alkışlarımızla yaşayan Zeki Müren bile aramızda yok artık. Nefret -rahatsızlık verecek ama- insanın temel düşünce ve eylem özgürlüğüdür. Sonrası yargıya taşınır; yargı da bildiğiniz yargı işte: zarif…

Temsilin temsiline hakikat payesi verenlerin; söz ola, tadındaki temcit pilavlarının ve Dünya bir sahnedir, diyen Şekspir’in sözünün hiçbir öneminin, hatta anlamının olmadığı düşünüyorum; muzafferlerin bile karikatür olduğu yerkürede... “Büyük aşklar, nefretle başlar” amentüsüne dönelim, yaşanmış olduğuna dair dedikodular var, belgesellerin yalancısıyım. Haa, bu arada Louis Aragon “Mutlu aşk yoktur” demiş. Siz Louis’i ciddiye almayın… Amelinden uzak arzulara sahipsin, olmayınca olmuyor diyemiyorsun; diyememen öğretilmiş, şartlı reflekslerle nefretlere geliyorsun, internet mecrasında Zalim Caps’ler dolaşıyor; gülerek sakinleşiyorsun. Ekmeğin, tuzun var mı diye soran yok…

Nefret sevgiye benzemez, hayal kırıklığına uğratmaz; zaten kendisi hayal kırıklığıdır. Nefret, sevgi üzerinden yaşanacak olası bir acıyı müjdelemez; o zaten acı ile yola çıkmıştır. Nefret eden kişi, kızgındır ve kendisini “günah keçisi” olarak görür. Günah keçisi, günahı olmayanı kurban ederek; kutsal olmayan yaşama kutsallık katmak için kan dökenlerin, mağdurudur. Sırası değil ama sırası gelmeden ekleyeyim; Tevrat’taki On Emir’den biri şöyle der: “Çünkü ben, Tanrı RAB, kıskanç bir Tanrı’yım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım.”

İnsan -ne eylerlerse eylesin- ölümlü olduğunu bile bile yaşamanın dehşetinde, bir gün mutlu, 7 gün mutsuz günlerinin getirdiğinde, 3 vakte kadar çürüyen madde olacağının bilgisinde, zaman içinde zamanın, hayatının gerçek yüklemi olduğunu anlayarak; yaşamı mümkün mertebe içine sindirip, nefreti dindirebilir ve şükrana geçebilir. Bu konumda rivayetler, ameller çeşitli. Her şeyin sonu gibi, bu yazınında münasip biçimde toparlanması bekleniyor ama hayat, böyle münasebetlere pek imkân vermiyor. O yüzden bu yazı, hayat gibi insana yarım bitti…

Ahmet Usta

Psikeart ‘Nefret’ 42. sayı - Kasım 2015


İrfan Notlarım-1


önsöz: kavram cümlelerim, ilk bakışta öncülsüz ve spekülatif gelebilir. sonrasında sade anlatımla, akademik-teknik dil cambazlıklarına kesinlikle yeltenmeden ve doğaçlama biçiminde anlaşılacaktır, umarım.

benim-bizim hikmet, batının felsefe dediği şey farklıdır. hikmet, irfana dairdir ve irfana sonra geleceğiz. şimdilik hikmet diyelim, insanın beden-bilinç içindeliğinde maddi doğasını ve maddi dünyayı doğru ya da doğruya yakın bilme isteği ve eylemidir. bir tanım olarak ‘ne yapacağını bilmemenin’ halidir hikmet arayışı. birkaç ne yapacağını bilmeyen insan, hikmet arar göçebe olduğu yaşam koşullarında. bu bağlamda hikmet, felsefenin düşünce üretme ve metin okuma paradigmasından çıkar ve hayata karşı eylemi ortaya koyar. eylem olarak felsefe etkinliğini - Kant, Niçe v.s. germen felsefecilerle ortaya konulmuşsa da- insanlık olarak bizler, çoğunlukla görmezden gelmişizdir. hikmet, asıl izlek irfana doğru düşünce ve emek ortaya koyarken ve varlığın bilgisini bilmek isterken; başka somut-soyut çalışmalar da yapar.

anlamak ve anlama yetisi, bilmek istemek ve bilmeyi sevmek sonucunda aklın -zeka değil, sadece cevher akıl- içinde bilinç-dünya diyalektiğinde oraya çıkar. fakat anlamak, tam olarak bilmeden ve bilmeyi sevmeden anlamak olageldiği zaman; irfan emeğinden uzak olduğu için hikmeti de yanılgıya düşürerek, çoğu insanların elinde kötülük vehçelerine dönüşür sıklıkla. Bilemeden ve bilgeliği sevmeden anlayanlar, habislik kamusal sıkıntısı içindeyken; tamahkar ve yalancı tavırlarla günbegün beslenir.

bilgi arkeolojisi çoğunlukla göstermiştir ki, -teknik-kavram bilgi fark etmez- uygarlık tarihinde insanın, kendine kar-fayda amaçlı zeka kullanımlı bilgisi, akıl için yıkımdır. kimi kötülüğe felsefi dizge kuranlar, ahlaksızlığı son noktaya taşınarak; aklı yani Tin’i yanlış tanıtmak için ‘aklın kurnazlığı’ gibi bir kavramı, adaletsizlik bilgisi olarak egemenlere sunar. bilmenin doğru ya da mantıkça gerekçelendirilmiş öncüllerinden çıkarılması ile anlamak ve anlama bilgisi olagelir. anlam ortaya çıkınca akıl olarak logos, hatta kozmos bütünleşir varlığına ve zamana.

sokrat’in ifşa ettiği fazilet, insan aklında içkindir. akıl insanda, evrene organik bağdır. akıl, zeka ve anlama yetisinin kötüye kullanımı içinde, irfandan uzaklaşır. gündelik avuntular içinde koşarken, ölümden önce hep ölüm gibi yanı başımızda olan Hiçlik hakikatine görmezden gelsek de, akıl yakınlaştırır. hikmet, akıl ve yöntemi ile sadece gerçeği gaye edinir ve emek verir: Adalet. ilahi adaletin olamadığı dünya insan emeği, adaleti tesis edecek akla sahiptir. irfan ve hiçlik. İrfan, gerçeği doğru bilme ve iyiye doğru anlamada insanın güçlü sezgisi. o da bir sonraki notlarda. 

Dünyayı Kurtaran Adam


“Cüneyt Arkın ve Aytekin Akkaya, bir nükleer savaş sonucu dünyanın 24 saat enerjisiz kalmasını araştırmak üzere uzay gemileriyle çıktıkları yolculuk sırasında bilinmeyen bir gezegene iniyorlar. Ve orada kendilerini bekleyen tehlikelerden habersiz araştırmaya koyuluyorlar. Filmde bilinmeyen gezegen için mekân olarak Ürgüp, Göreme yöresindeki Peribacaları kullanılacak. Sihirbaz, Saylonlu Kızlar, İskelet Adamlar, Kıllı Adamlar, Katran Adamlar, Ejder, Taş Adam ve Robot Cüneyt Arkın’ın kıyasıya dövüşeceği doğaüstü güçlere sahip ölümsüz yaratıklar olacak…”  Hey Dergisi, Mayıs 1982 


’Sana ulaşamamak kaybetmek değildir Dünya'

Dünyayı Kurtaran Adam, araklama senaryosu ve filmlerden aşırma dolgu görüntülerle, 1982 yıllı Yeşilçam’ına özgü sıradışı film. B türü sinemaseverlerin, ‘the best worst movies’ dedikleri, en iyi kötü filmler listesinde yıllardır üst sıralarda. Star Wars’tan arak görüntüleri sebebiyle ‘Turkish Star Wars’ adıyla da bilinir DKA. Bilim-kurgu diye işe girişilir ama az para prodüksiyon ve kırık dökük senaryo açığını kapamak için Yeşilçam’a özgü serserice çözümleriyle eşine rastlanmaz ucube görsel şölen olur. Tüm garabetine rağmen, kisch, çöp film denilen DKA’nın kült olmaktan öte özgün ve biricik sanat nesnesi olduğu iddiamı kim çürütebilir? İrfan ve niyet farklı olsa da, biricik olmak adına Pasollini’nin Domuz Ahırı’ndan ne eksiği var DKA’nın?


Dünyayı Kurtaran Adam

Galactica, Gordon Yeşilcamı:

DKA’ın senaryosu başta Galactica olmak üzere, Flash Gordon ve Uzay Yolu’ndan araklamadır. Sanılanın aksine, Star Wars anlatısı yoktur, görüntüleri vardır. Galactica’daki kayıp dünyalarını arayan ve Saylonlularla mücadele edenlerin Yeşilcam versiyonudur.

Galactica’daki semitik-mistik ‘13. Kavim’ miti ve kayıp kıta, Türk-İslam sentezine tabi tutulur 12 Eylül vizyon günlerinde DKA’da. Nevşehir Hacı Bektaşi Veli Türbesi ve Yeraltı Kiliseleri, dinler arası diyaloğun görsel yansımasıdır; ‘Bilge’ dış sesle diyaloğu anlatır. Galaktica’taki yüzbaşı Apollo ve kaptan Starbuck dostluk ve rekabet ile Murat ve Ali karakterine ilham verir, sanki sette o gün yazılmış gibi çılgın diyaloglara. Kötülüğün lideri Sihirbaz, Flash Gordon’daki kötü büyücü Ming’in yerlisidir; Gordon’un tema müziği, sıkça kulakları çınlatır. Eklektik, çorbada tuzumuz olsun misali Arkın’ın hayalleri ve İnanç’ın haytalığı ile ortaya hiçbir şeye benzemez çıkar.

Komik

İnsana özgü olanın dışında komik yoktur, ki doğada komedi yoktur. Komik çoğunlukla, hayatın olağan akışıyla beslenir cinsten olmalıdır maalesef; ayağı kayıp düşen misali. Yoksa içinde taşıdığı hakikat nedeniyle; saçma, absürt ile yaftalanır ve görmezden gelinmeyle cezalandırır ahalide. DKA’nın benzetmek gibi olmasın, ayağı kayıp düşmüştür ama bir ciddi farkla, bile isteye. DKA ile kırmızı ve siyah peluş yaratıklar, alüminyumdan hallice robotlar, kıllı insansı canavarlar ve de kutsal parayı kazanmak için laubali film pratiğiyle endam eder. Ciddiyetle boşvermişlik, Yeşilcam stili koy rahvan gitsin yapımcılık şahikasıdır o, güzelim 1980’lerde. Ciddi olamayacağını bilmek ve güldürememek, sonrasında ciddi ile gülünç arasında hayta turlamalar ve sonuç diyaloglarda Şekspir’e röveşata çekmek.

DKA’ın Yapım Koşulları ve Rivayetler:

1990’lara kadar Türkiye’de yabancı filmler eğer tescil edilmediyse, telifsiz ürünler kabul edildiği için DKA’nın yaptığı görüntü ve ses alma, yasalar dâhilinde suç değildi ve 15’ten fazla yabancı ve yerli filimden ve belgeselden görüntü intihal edilir.


DKA’ın ilginç ve döküntü görsel-işitsel efektlerinde Kunt Tulgar’ın katkısı büyüktür. Tulgar, tıpkı Çetin İnanç gibi Yeşilçam usulü fantastik-avantür filmler üretir yapımcı-yönetmen olarak ve İstanbul semalarında uçurduğu Ken bebekli ‘Süpermen Dönüyor’ ile tanınır. Açılışta İki kahramanın düşmanlarla uzaydaki çatışması sahnesi, Tulgar’ın fikridir; ilk Star Wars filminin gösterim kopyasından negatifleri alır, keser ve kurgular. Stüdyoda aydinger perdenin arkasından yansıtılır, perde önünde iki kahraman uzay aracı kokpiti içinde görüntülenir. Tulgar filmin ses miksajını da yapar;  başka filmlerden ve özellikle Raiders of the Lost Ark gibi tematik müzikleri kullanır, böylece ses-müzik miksajı da hilafsız aşırma olur. Lazer silah ve ışınlanma efektleri, film negatifinin üzeri toplu iğneyle kazınarak yapılır. Yeşilçamın efsane figüran-aktörü Yadigar Ejder, filmde kıllı adam olarak yer alır. Yüksek sanat sıfatlarıyla goygoy yapan Çetin İnanç yıllarca ‘Yetenekleri varsa, daha kötüsünü çeksinlerde, göreyim.’ der.

“Jet Rejisör” Çetin İnanç diyor ki:

“Serseri bir gençtim. Ben özürlü de olsa çocuğumla alay ettirmem; hem biz, 2300 yılının filmini yaptık. Cüneyt’in senaryosuna benim eklemelerim oldu. Filme akıllı başında adamlar da gelir diye; dinler savaşı, iyiyle kötünün mücadelesi, arkadaşlar arasındaki rekabet, ihanet gibi temel konuları kattık. O zaman şimdiki imkânlar yoktu, biz yoklukta yaptık. Aksiyon filmleri yaptım ama istediğim filmi hiçbir zaman yapamadım. Bazıları benim için ‘palavradan filmci’ der. Hayat palavra be, hangimiz palavradan değiliz?” 


Dünyayı Kurtaran Adam

Saçma

Akla ve mantığa aykırı tanımıyla sıfat kullanılan saçma (absürt); aynı zamanda insanın kendi varlık-deneyim alanını kapsayan ve çelişkilerle yaşamın tümüne sirayet eden akıldışılığın, bilinç ve anlamlandırma düzeyindeki idrakidir bazı bazı. Bu idrak sürecini ve Hiçlik’i, uzun uzun anlatır Albert Camus iki dünya arasında kalmasıyla.

Bir olaya, bir anlatıya veya DKA filmine saçma sıfatını, betimini layık gören eğilim; tüm tekilliklere sirayet etmiş saçmanın olumsuzluğunu ve olumsuzlama kaldıracını sindirme enerjisidir. Sektör olmuş sanat, gündelik beğeniye ve temayüle uyumsuz gerçeklik anlatılarını, kitch (çöp, değersiz) diye hazırlıklıdır sınıflamaya.

Biçimsizliği harman eden komik ve ötesi mizah (humor), uyumsuzlara dergah açan saçma; münevver ikilidir akademik olmayan felsefenin ciddi bir iş olmasında. Karşılaşmanın ve karşılaştırmanın bizatihi kendisi saçmalığı doğurur. Saçmaya öykünen eser, kabul görmeyeceğini bilir; yakışık almaz sıfatların hepsi onun olacaktır. Sıçrayarak aşmaya heveslidir saçma estetik ve sadece ortaya koyma, estetik veya kafidir.

DKA’dan Çılgın Diyaloglar:

- İnsan beyin moleküllerinin sıkıştırılmasıyla oluşturulan bir tabaka, dünyayı koruyordu….

- Korktuğumu söylersem beni ayıplar mısın? / - Kork, ama belli etme….

- Sana âşık oldu / - Hayır. Sadece hissetmenin güzelliğini sezdi…

- Vücudundan kurtul, sadece zihnin ve ruhun ile yaşa. O zaman toprak altında nefes alabilirsin…

- Bana uzayda kimse karşı duramaz…

- Burası Hacı  Bektaşi  Veli Hazretlerinin türbesidir evlat. Bin uzay yılı öncesinden kalmış. Dünyadan kopmuş bir yatır…

- Burada zaman yoktur. Ölümsüzlük vardır. Zamanı aştık biz. Ben 1000 yaşındayım ama ruhsal değil, bedensel ölümsüzlüğe sahibim…

- Sana ulaşamamak, kaybetmek değildir Dünya...

Kişisel Hatıram:

1990’ların başıydı sanırım. Apartman çatı arasında bulduğum eski ve renkli dergileri, gazeteleri okuyordum; o zamanlar yakın geçmiş merak edilesi, keyifli geliyordu çocuk aklımca. Bekledikçe sararan sepya rengi gazete kağıdı ve rutubetle yeşile giden kağıt dokusu, bana iyi geliyordu. Yine bir gün çatıda dolanırken, ‘Hey Dergisi’ geçti elime ve Arkın’ın film haberini gördüm ve resimlere baktım heyecanla. Bilim-kurgu diye hayal etmeye çalıştım filmi, izlememiştim, sinemalarda 7-8 önce oynamıştı, yerli yıldız savaşlarımı merak ettim. Birkaç ay sonra, hafta içi bir öğle saati Türkiye’nin ilk özel kanallarından Teleon’da denk geldim. Gelmez olaydım, hayal kırklığına uğramıştım ama film muhteşemdi.

Hayal derken, Amerikan sineması ve yaşam tarzıyla büyümenin verdiği hayal dünyası. Kırgınlık derken, yolunu bilmez ergenliğimin karanlık içinde yurt arayışını hatırlıyorum. Dünya’nın neredeyse her karış toprağı aynı hayal ile yaşıyor ve yaşatılıyorken; Dünya’yı Kurtaran Adamı’ın Türk olması, içinde yaşadığımız ve ayağımın toprağa değdiği düzlemde tabi ki; hayal kırıklığı olacaktı. O günden sonra hiçbir hayal kırıklığım, DKA kadar neşeli, berduş ama biricik olmadı.


Hey dergisi, 1982

Mutluluk mu? Alırım bi Dal…



Mutlak varlığın bir veçhesine ulaşma isteği veya yanılgısı mı? Babalardan, dedelerden devralınmış kaderin yükü altında; kaderin cilvesini birey yazgıya dönüştürme isteği mi? Kişi, statü, sınıf gözetmeden hepimizi kapsayan ekonominin zorunlu eğitim tezgâhından tedarik edilmiş keyif verici maddelerin içinde çeşitli arayışlar mı? İnsanın heveslerini ertelemesiyle -nedense hep Parisyen- oluşan boşluğu kapatmaya çalışması mı? Vuslat mı mutluluk?

Bildiğimiz ve kabul etmemek için bin dereden su getirdiğimiz hayat; insana verdiği tüm istikametlere ve enkazlara rağmen, “para, çokomel eğrisi” Cem Yılmaz’ın dediği gibi. Paranın tahakkümü karşısında insan arzularımızdan hayvan isteklerimize doğru akıntıya kapılıyor ve kendi ederimizi de bilemiyorken; mutluluk üreten teknik araç olarak para dışında bir şey olmamasına rağmen varmışçasına konuşanların olması –muhafazakâr veya liberal konuşmacılar, beyin iğfal şebekeleri- ve aç olanın kendini bırakıp, tokun halinden anlamaya zorlanması ve de anlaması; en sonunda çaresizlere, parasızlara “hayırlısı olsun” diye biten cümlelerle kanlarına zerk edilen imkânsızlık halleri. “Parayı veren, düdüğü çalar” ilkesiyle dönen koca dünyada, düdüksüz kalanların güdük kalması ve güdüklerin hasretleriyle yeşerttiği sosyal hayat. Daş eksiliği de vahim. Vatandaş, arkadaş ve yoldaş olamamak; olmuşların da yetmemesi. Ortaklıkları olmayanların, cemaat olmadan yaşayanların habitatları içinde yaptığı sondaj faaliyetleri. Vatandaşlık bilinci ile bireyliği arasında orta payda kurmayanların, kurmak istemeyenlerin; pay peşinde yalan, dolan ve kurgu eko-politik işlikleri. Yoldaş olamamışların, kurgular içinde hareket etmek zorunda kalmasının ortaya çıkardığı demirden leblebi: libidinal ekonomi. “Paşa torunundan ne eksiğim var, ben güzellikler istiyorum” misali sonlu zamanında, sonsuz hazlarını gerçekleştirme isteğinin belli bir muhasebesi, artı haneye yazıldığında oluşan duygu-durum mu? Aydınların, yersiz yurtsuzların yorgun bedenlerindeki nikotinli nefeslerinden çıkan cılız ve mahcup iki üç kelam mı mutluluk?

Sıradan bir Hollywood filminin sonu gibi: Happy End. Görülmemiş ama duyulmuş; ele avuca geleceği ümidi ile gece yastıklar ıslatılıp, sabaha güneşin doğuşuna ve mavisine hayırlısı olsun, çok şükür, Allah büyüktür; diyenlerin aradığı gürbüz hayal-et… Sokakta yürürken kulak misafiri olduğum iki kız arasındaki sohbette şöyle demişti daha dekolte giyimli ve tiki olan, arkadaşına “Ekstra mutlu olmak, şimdiden daha çok mutlu olmak istiyorum.”… Masaj salonu adı altında çalışan bazı işletmelerdeki bayan seks işçilerinin aldıkları ücret karşılığında hak ediş garantisi olarak kullandıkları ifade: Masaj + Mutlu Son.

Eski bir kelime: Becayiş, gündelik doyum ve yeniden dolum ekonomisi içinde yaşamamızı yeterli ve mümkün kılacak iletişim biçimi olabilir mi? Beklentilerini birbirlerine sunan kişilerin, nesne-duygu-hal olarak verdikleri ne olursa olsun, farklılıklarını koruyaraktan yarattıkları özdeşlik hali ve bu bütünleşmenin asgari de olsa yıkıcı değil, yapıcı süregitmesi durumunda oluşacak hal, ahbaplık ilişkisi; mutluluk olabilir mi? Mutluluk üzerine düşünmek ile konuşmak arasında iletişim nedeniyle farklılık var. Farkı yaratan iletişim içindeki kişinin hem kendiliği hakkında tam bilince sahip olamaması, hem de en az iki kişi arasında geçen iletişimin uyuma ve indirgemeye tabi olması. Sonrasında söylenen söz ile düşünce uyuşmuyor, belki de daha öncesinde hislerimizi kendimize ifade ederken bile mutluluk, Alice’in Harikalar Diyarı’na kaçıyor?... “Seni doğurduğum güne, lanet olsun” diyen bazı annelerin bazı mutsuz çocuklarının yaşadıkları biçarelik karşısında; hep dönmeyi arzu ettikleri geçmişlerindeki rahim günlerine, Okyanusa özlem mi mutluluk? Alice diyor ki: Mutlaka.

Altı yaşındaki yeğenimin hoplamalı, zıplamalı oyunlaşmadan sonra bana söylediği “mutluluk krizi yaşadım” ifadesi; mutluluk ve kriz bir arada. Çocuk olmanın hala berrak ve henüz eğitim tezgâhında yoğrulmamış bilincinde oluşan manidar ifade, haz veren oyunların azlığı kadar fazlası da kriz yaratabilir mi? Tarih, hayırları az biçimde evet diyor… Tabi olduğumuz, müptelası kaldığımız şeylerden, kişilerden veya hepsinden anlık, kısa süreli kopabilme isteği; sarhoşluk anları. Kendinden biraz kurtulmanın, kendini sıhhatli kaybetmenin, bilincini ve belleğini bir süre yitirmenin huzuru ve hatta gudubetliği mi mutluluk?

“Varoluşun özü, sonsuzluk özlemiyle yanan insanın sonluluk çırpınışıdır.” Kierkegaard’ın sözü dır eki ile bitiyor. Sonlu insanın, sonsuz dır eki içindeki mücadelesi ve “imkansız” olarak beliren mutluluk. Dır cümledeki özneyi, nesne kılıyor… Kişinin yaşanmış zamanın ürünü olan hafızasının; hatıralar, hatırlamalar ile yeniden dile, düşünceye getirmeye çalıştığı ve de yeniden üretmek istediği geçmişin izlerinden oluşan kolajlar bütünü mü mutluluk? Mutluluk üzerine sözlenen sözün veya eylemin, çoğunlukla onu bizden uzaklaştırdığı hatta uzaklık mesafesini koruduğu düşünüldüğünde, tıpkı hakikat arayışımız gibi ulaşılması arzulanan bir erişim noktası iken, varlığının koşulu -bu yazıda olduğu gibi- bilinmezliğinden neşet ediyorken; onu gelecekte mi arıyoruz? Hep bir gelecek kipi var; şimdi ve burada olanın dışında, olumsuzlamasında; böylelikle insansı ama tezahürleri belirsiz. Muğlâklığı ile baki mutluluk ve şarkıdaki gibi “Yokluğunda çok kitap okudum, neredesin nerede”

Anlama yetisi ile dünyayı ve kendini yorumlayan aklın, zihin formları ile varmak istediği somut olmayan, doğaüstü estetik yargı hatası mı? Görme ve görünüş deneyiminin bellek üzerinde yarattığı ontolojik proje mi? Olayların içinde ve şekillendirmesinde ruhsal birikiminin somutlaşma arayışı mı? İnsanın, ölümlülüğüne ve mutlak hiçliğe rıza göstermesi mi mutluluk? Düş gücü olabilir mi? Hayal kurma yetisi ile insanı, ne ise o olmamak üzerine hülyalara, amellere yönelten imge mi? Gece rüyalarda ortaya çıkan iştahların makullerini, gündüz düşlerinde aramak mı? Terk edilme ve zorunlulukla bir gün kendimizi de terk edecek olmanın kaygısında; korkularımızı yatıştıracak, yatıştırıcı binlerce şey istemek mi mutluluk?

Mutluluk, hep bir eksik. Eksik olan, şeylerin eksikliğinde hissedilen eksiklerin en güzeli: Bir. Gerçekliğin simgesel düzleminde -dil ve ekonomi işliğinde- henüz olagelmemiş, boşluğu ile yer kaplayan varlık alanının işareti. Hakikat ve arzu gibi mutluluğu da tam olarak bilmiyoruz ve üçünü bilen yâda öğretecek biri olmadığı için -bildiğini iddia edenler hakkındaki şüphelerimiz bitmediği için- el yordamıyla, akıl yürütmeyle arıyoruz. Bilmediğimizi bilmek istiyoruz ve bunun mutluluk olduğunu öğrenmişiz.

Başta yazmam gerekeni, sona bıraktım. Bunları, kırk yıldır çoğunlukla mutsuz olan biri olarak yazdım. Peki, o zaman “ölümlü dünyasında istemekten vazgeçmeyen varlığa, insan denir” deyip, bitirelim.

Ahmet Usta
Psikeart "Mutluluk" sayısında yayınlanmıştır, Eylül 2015

Yedi Uyurlar (Ashab-ı Kehf) Kıssası



Onlar mağaralarında üç yüzyıl
ve buna ilaveten dokuz yıl kalmışlardır.”
(el - Kehf,25)

 

                    
Öldükten sonra diriliş, semavi dinlerden önce efsanelerde yer alır. Kutsal Hint destanı Mahabharata’da yedi kişi, peşlerinde bir köpek ile dünya yaşamından vazgeçip, mağarada inzivaya ve ölüm uykusuna çekilirler. Yedi Uyurlar kıssası, Tevrat ve İncil’de geçmez ama Kur’an’da yer alır; nerede ve zaman yaşandığı belirsizdir. 

Hıristiyanlık’ta Yedi Uyurlar

Hıristiyanlıktaki yeniden diriliş öyküsü, "Efes'in Yedi Uyurları" olarak bilinir. Rivayete göre, Hıristiyanlığa karşı olan İmparator Decius (Dakyanus) Efes'e gelir ve halkın yeniden pagan tanrılara tapmasını ve adak sunmasını emreder. (M.S. 250’li yıllar) Yedi genç, tek tanrıya (Tevhid) inandıklarını söyler ve putlara tapmayı kabul etmezler. Ölümle tehdit edilen gençler, şehirden kaçıp; yakındaki bir mağaraya sığınırlar. Yedi genç, korku ve üzüntü ile mağarada sürekli dua eder; sonrasında açlık ve yorgunluktan uykuya dalar. Olayı duyan Decius, gençlerin diri diri ölmesi için mağaranın kapatılmasını emreder ve “Açlıktan susuzluktan ölsünler, mağaraları kabirleri olsun” der. Mağara kapatılırken iki kişi, gençlerin hikâyesini bakır levhalara yazıp geleceğe aktarmak için mağara duvarına koyar.

Seven Sleepers icons in Christianity
                                                                                                      Hristiyanlıkta Yedi Uyurlar ikonaları

Aradan yıllar geçer; yedi genç, 158 yâda 197 yıl sonra uyanır. Onlar, sadece bir gece uyuduklarını zannederler. Gençlerden biri, (Diomedes-Yemliha) yiyecek almak için şehre iner. Esnaf, gencin elindeki eski parayı görünce çok şaşırır; para Decius zamanına aittir ama gün, imparator II. Theodosius dönemidir. (M.S. 450’li yıllar) Diomedes, hayretle "Nasıl olur? Ben dün uyudum, bugünse uyandım" der. Olay, hemen tüm şehre yayılır; papaz ve vali sorguya çeker ve genç yaşadıklarını anlatır. Theodosius mağaraya gelir; gençler, yeniden dirilişin gerçek olduğunu; Tanrı’nın kendilerini derin uyku yatırdığını ve hikmeti ile kıyametten önce dirilttiğini söylerler. Sonrasında yedi genç, tekrar uykuya dalar. İmparator bu olayı diriliş mucizesi (resurrection) olarak kabul eder; gençler, Aziz ilan edilir; mağaraya Bazilika yapılır. İsimleri: Dionysius, Maximilian, Lamblicus, Martinian, John, Exacustodianus, Antoninus dur.

Anlatı, yazılı kaynaklarda ilk defa 4. yüzyıl Süryani metinlerinde görülür. Hıristiyanlara göre mucize, Efes’te gerçekleşir. Roma ve Bizans döneminde çok sayıda insan, Yedi Uyurlar ile birlikte yeniden dirilme arzusu ile Efes’teki bölgeye gömülür. 1926’da yapılan Efes kazılarında, Panayır Dağı’nın doğu yamacında bulunan kilise ve mezarlık kalıntıları, M. S. 5. yüzyılda (II. Theodosius dönemi) yapılan bazilikaya aittir. Hıristiyanlığın erken döneminde etkili olmuş Yedi Uyurlar inancı, sonrasında önemini yitirir. Katolikler, 7 Temmuz'da; Ortodokslar, 4 Ağustos-22 Ekim arasında, gençleri yâd eder. Protestanlar, konuyu apokrif bir efsane kabul eder.

Cave of the Seven Sleepers of Ephesus
Efes Yedi Uyurlar Mağarası


Söylencenin Yahudi Kökeni

Diriliş öyküsü, Hıristiyanlıktan önce Yahudilerin yaşam öğretisi Talmud’da geçer; kitap biri yetmiş, diğeri altmış yıl uyuduktan sonra dirilen iki kişiyi anlatılır. Belki de, uzlete çekilme hikâyesinin kökeni, Hz. İsa’nın da mensubu olduğu Essene Kardeşliği’ne dayanır. Essenîler, M.Ö. 2. ve M.S. 1. yüzyıllar arasında yaşamış; katı ahlak kurallarına sahip, çileci ve münzevi yaşamı tercih etmiş Yahudi cemaatidir. Esseniler’in bir kolu, Ölü Deniz yakınlarında (Lut Gölü) uzlet içinde yaşamayı seçerler ve 1947 yılında bir mağarada bulunan Ölü Deniz Yazmaları, bu topluluğun (Kumran Cemaati) yaşam kanıtıdır. Tefsircilerine göre, Kehf süresinde geçen mescid, rakim, ezka (helal yiyecek) kelimeleri, kıssanın Hıristiyanlık öncesinde Esseniler’e ait olduğuna işarettir. 


İslamiyet’te Ashab-ı Kehf

Ashab-ı Kehf (Mağara Arkadaşları) kıssası, Kur'an-ı Kerim'in Kehf Suresi’nde geçer. Sürenin 9-26. ayetlerinde, Allah’ın varlığına ve birliğine inanan gençlerin, putperestlerin tehditleri karşısında bir mağaraya çekilmesi ve orada 300 yâda 309 yıl uykuya dalıp, sonrasında Allah’ın hikmeti ile uyanmaları anlatılır.
Tarsus Ashab-i-Kehf cave in Turkey
Tarsus Ashâb-ı Kehf mağarası

Medineli Yahudi din âlimleri, Kureyşli Müşriklere peygamberliğini sınamak amacıyla Hazreti Muhammed’e, Ashâb-ı Kehf, Zülkameyn ve Ruh hakkında soru sormalarını söylerler. Ve aynı günlerde Kehf Süresi, vahiy olur. İlginç nokta, sahih hadis kaynaklarında Ashab-ı Kehf olayı yer almaz. Sürede geçen “rakim” kelimesi, kimilerine göre gençlerin yaşadığı bölgenin adı, kimilerine göre adlarının ve olayın yazılı olduğu metal levha veya kitabe dir. İsrailiyyât etkisiyle ortaya çıkan Ashâb-ı Kehf, İslam coğrafyasında ölümden sonraki yaşam vesikası kabul edilmiş ve kısas-ı enbiyâ, menâkıbnâme ve fütüvvetnâmeler’de yer almıştır.

Seven Sleepers in the Islamic world
İslam dünyasında Ashab-ı Keyf tasvirleri
Mağaranın yeri ile ilgili rivayetler çoktur. Ürdün-Amman, Mısır, Cezayir, İspanya, Suriye ve Doğu Türkistan’da olduğunu iddia edilir. Anadolu’da ise, Efes (Ephesos), Tarsus, Lice ve Afşin’de (Efsus) olduğuna inanılır. İslam âlimlerine göre, kıssanın yaşandığı yer Tarsus dur. (Bencilüs Dağı’ndaki Ashâb-ı Kehf mağarası) Hz. Ali’ye atfedilen yoruma göre gençlerin bulunduğu mağara, o dönemin Rum diyarı Afşin’dedir. Ashab-ı Kehf’ın adları: Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, çoban Kefeştatayyuş ve köpekleri Kıtmir dir. İbnü’l-Arabî’den nakledilen rivayete göre Hızır, dünyanın sonunda Ashâb-ı Kehf ile birlikte ortaya çıkacak ve Mehdi’nin en erdemli askeri olacaktır. Kur’an’da belirtildiği gibi, önemli olan kıssadaki mekân-zaman ve kişiler değil; Tevhid ve Ahret inancına dair alınacak ibrettir.

Kehf Suresi (9-26)
O yiğit gençler mağaraya sığınmışlar ve Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ve bize, şu durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla, demişlerdi. Bunun üzerine Biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık). Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini arttırdık.”
Onları, uyanık sanırdın ama uyuyorlardı, onları sağa ve sola çevirirdik, köpekleri eşikte ayaklarını uzatmıştı. Eğer onların durumuna muttali olsa idin, dönüp onlardan kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı.”
Böylece Biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık. İçlerinden biri: “Ne kadar kaldınız?” dedi. Kimi: “Bir gün yâda günün bir parçası kadar kaldık” dediler; kimi de şöyle dediler: “Rabbimiz, kaldığımız müddeti daha iyi bilir.”
Böylece insanları onlardan haberdar ettik ki, Allah’ın vadinin hak olduğunu, kıyametin şüphe götürmez olduğunu bilsinler.”
İnsanların kimi: “Onlar üç kişidir; dördüncüleri de köpekleridir” diyecekler; yine “Beş kişidir, altıncıları köpekleridir” diyecekler. Bunlar bilinmeyen hakkında tatmin yürütmektir. Kimileri de “Onlar yedi kişidir, sekizincisi köpekleridir” derler. De ki: Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Öyle ise, Ashab-ı Kehf hakkında, delillerin açık olması haricinde bir münakaşaya girişme ve onlar hakkında (ileri geri) konuşan kimselerin hiçbirinden malumat isteme.”
“Onlar mağaralarında üç yüzyıl ve buna ilaveten dokuz yıl kalmışlardır.”
De ki: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O’na aittir.” 

20. Yüzyıl Hatırası

R. M. Rilke’ye
 
 
daha kötü bir dünya için
çok ümitliyim.
 
sürüsüne bereket insan yılmadan
peşin ve uzun vadeli lakırdılar
herhangi bir arife olmadan
kimler bu kıyasın hakkını verecek?
 
nereden gelir, yitik baştan çıkartmalar
kim zarfa değil, mektuba icap eder
kim iltifata değil, niyete anaçtır.
 
pastel renkler geçti pencerelerden
kabadayı sevmeler, neşeli cumartesiler, mevsimlik sempati
ama gölgelerden akan,
kendi olmaklığa yapılmış soykırımın hicran görüntüleri.
 
selamın hevesi, infaz edilir
Akçe neredeyse
her şeyimizi mübadele ve tefsir eder
büyük perhiz simalarda dolanır, devran eder.
 
bin doyum, etmiyor bir yudum nektar
vaat ettiğini göstermiyor asri zamanlar
4. tekil şahıs vuslata hüküm yemiş.
 
aranır ve direnir yazgı
o anı ve coşkusunu ister
dur geçme zaman! 
ne kadar Güzel’sin!
 

Taş Devri Ana Tanrıça İnanışı ve Venüs Heykelcikleri: Berekhat Ram, Willendorf ve Laussel Venüsü


Ana Tanrıça İnanışı

Venüs heykelcikleri olarak tanımlanan ana tanrıça bulguları, çoğunlukla tarih öncesi dönemlerden (Paleolitik-Neolitik çağ) kalma kadın figürü yontularıdır. Ana tanrıça kültlerinde görülen kadın figürü; çoğunlukla yüz ifadesi belirsiz, besili ve doğurgan, göğüsleri ve dişilik organı belirgin temsillerdir. Sınırlı besin-alet-bilgi birikimi ile doğaya ve toprağa bağlı kıt yaşam koşullarının oluşturduğu mitik inanış içinde arkaik insanlık; yaşamı ve doğayı yaratan Ana Tanrıça ile kadın bedeni arasında benzerlik kurmuştur.
The Venus of Kostienki - number 1, figure of a naked woman, her head is covered, mammoth tusk, created 23.000-22.000 BCE, height 11 cm, found in 1936 in ancient area Kostienki in Russia
Kostienki Venüsü - 23.000-22.000, Rusya

The Venus of Gagarino - dated 25,000-20,000 BCE, 5.5 cm long and 4.5 cm wide, from Gravettian period, found the Voronezh region of Russia
Gagarino Venüsü - 25.000-20.000, Rusya 

Tan Tan Venüsü

1999 yılında Fas'ta bulunmuştur ve paleontolojik yaşı 350,000 ile 470,000 yıl arasındadır. Çok eski zaman dilimine ait olması sonucu, figürün insan eli ile verilmiş bir biçim mi, yoksa toprak tabakasının başkalaşımı sonucu oluşan rastlantısal figür benzerliği mi olduğu konusunda kesin kanıt yoktur. 6 cm yüksekliğinde ve 3 cm genişliğinde kuvartis kaya parçası bulgunun üzerinde kırmızı-hardal sarısı boya pigmentlerinin bulunması, insan eli ile üretilmiş figür olduğu fikrini desteklemektedir. Fakat pigmentlerin insan eli ile üretildiği doğrulanamamıştır. Birçok tarihçi-arkeolog, bulgunun kaya zeminindeki doğal ayrışma, erozyon sonucu tesadüfen oluşmuş olduğunu düşünmektedir. Eğer Tan Tan Venüsü insan eli üretim ise, Acheulian döneminde Homo Erectus insan tarafından üretilmiştir. Ve bu durum, insanın el ve beyin evrimi ile birlikte ana tanrıça inancının var olageldiğini göstermektedir.

The Venus of Tan-Tan - dated 470,000-350,000 BC, found Morroco
Tan Tan Venüsü - 470.000-350.000, Fas

Berekhat Ram Venüsü

1981 yılında İsrail topraklarındaki Golan Tepeleri'nde bulundu. 3,5 cm boyutundaki Berekhat Ram Venüsü 280,000 ile 250,000 yıl arası bir geçmişe sahiptir. Bulgunun üzerindeki oyma figürün insan eli ile Acheulian dönemindeki kazıma-yonga araçlarıyla mı üretildiği; yoksa kayaç yapısındaki değişimin sonucunda oluşan rastlantısal bir görünüm mü olduğuna dair uzlaşma sağlanamamıştır. Tan Tan gibi Berekhat Ram Venüsü bulgusunun rastlantısal mı, yoksa figüratif üretim mi olduğuna dair kesin kanıt yoktur. Rasyonalist akıma göre, Tan-Tan ve Berekhat Ram bulgularının insan eli ile üretilmiş tanrıça sembolizasyonu olduğunu iddia etmek; spekülatif bir teoridir, hatta bilimsel değil mitik düşüncedir.

The Venus of Berekhat Ram - dated 280,000 - 250,000 BC, found Golan Hills
Berekhat Ram Venüsü - 280.000-250.000, Golan

Hohle Fels Venüsü

35,000-40,000 yıl öncesine tarihlenen heykelcik, yünlü mamut dişinden yontulmadır. Almanya'nın güneybatısındaki Hohle Fels (Oyuk Kaya) adıyla bilinen ünlü mağarada 2008 yılında bulundu. Hohle Fels Venüsü, şimdiye dek bulunmuş en eski figüratif heykelcik; aynı zamanda bilinen en eski apaçık kadın tasviridir. Ana tanrıça temsili olarak kabul edilmesindeki en önemli etken, diğer önemli bulgularda olduğu gibi abartılı cinsel organı ve yüz bölgesinin eksik bırakılmasıdır. Başının yerinde bir deliğin bulunması muska veya kolye olarak kullanılmış olma ihtimalini güçlendirmektedir. Figürün sert ifadesi; el becerisi kapasitesinin sonucu mu, yoksa bereketin olduğu kadar ölümün, şiddetin ve sonluluğun ifadesi olan ana tanrıçanın ezeli gücünün göstergesi olarak mı üretildi?
The Venus of Hohle Fels - dated 40.000-35.000 BCE, discovered in 2008 in the cave Hohler Fels in Schelklingen, Germany
Hohle Fels Venüsü - 40.000-35.000, Almanya

Laussel Venüsü

Kireçtaşı zemine oyulmuş çıplak kadın figürüdür. Fransa’daki Dordogne bölgesinde bulunan ve üzerinde kırmızı toprak boyası kullanılmış bulgu, yaklaşık 25,000-23,000 yıl öncesine aittir. Laussel Venüs’ündeki kadının elinde boynuz ve boynuzun içinde 13 çentik, işaretleme var. Boynuz ve çentik sayısı, doğanın bereketi ve döngüsü üzerine hem sembolizasyon hem de bilgi içeriyor olabilir. Bazı araştırmacılara göre boynuz, hem ay takvimini -dönem insanının ay takvimini ve zaman döngüsünü takip ettiğini, bildiğini- hem de boyunuzun arka yüzünde de 13 çektik olduğu düşünülür ise, 26 çentik ile ana tanrıçanın bereketi ile kadının doğurganlığı, aybaşı döngüsü arasında ilişkinin ifade edildiğini speküle etmişlerdir.
Venus Of Laussel - Mother Goddess holding crescent moon, date 25.000-23.000 BCE, Gravettian period in Stone Age - Bordeaux Museum
Laussel Venüsü - 25.000-23.000, Fransa

Venus Of Laussel - Mother Goddess holding crescent moon, date 25.000-23.000 BCE, Gravettian period in Stone Age - Bordeaux Museum
Laussel Venüsü, Detaylar

Willendorf Venüsü

Ana Tanrıça kültleri içinde en önemlisi “Willendorf Venüsü” dür; tahmini yaşı 28,000-25,000 yıl öncesine dayanır. Kireçtaşından yapılmış 11 cm yüksekliğinde heykelcik, neredeyse hiç hasar görmemiş biçimde 1908 yılında Avusturya’da bulunmuştur. Willendorf; belirsiz bırakılmış yüz bölgesi, dalgalı stilize saçları, doğurgan temsili olarak büyük göğüsleri, geniş kalçaları ve dikkat çekici vulva bölgesi ile yaşamın sürekliliğini sağlayan ana tanrıça inanışının tipik temsili olarak kabul edilmiştir. Wilendorf Venüsü, el işçiliğindeki stilizasyon ve imge-vizyon çağrışımları sebebiyle, birçok sanat tarihçisi tarafından estetik amaçla üretilmiş en eski sanat eserlerinden biri –belki de ilki- kabul edilmektedir.

The Venus of Willendorf - dated 28,000-25,000 BCE, Oolitic limestone, found Willendorf in Austria 1908
Willendorf Venüsü - 28.000-25.000, Avusturya


Ana Tanrıça Evrenselliğinin Eleştirisi

Ana tanrıca inancının evrensel olduğu düşüncesine karşı eleştiri getiren bazı araştırmacılar; inanışın Paleolitik çağdan kalma Orta Avrupa ilkel yaşam bölgeleri ile Neolitik çağ öncesi ve sonrası Akdeniz ve Mezopotamya’da yoğun olarak görülürken; Nil Havzası, Çin ve Güney Amerika’daki büyük antik medeniyetler içinde açık biçimde görülmediğini ve ana tanrıça genellemesinin Avrupa’daki tarih-antropoloji ekollerinin tarih öncesine karşı takındığı indirgemeci yaklaşımın sonucu olduğunu ileri sürmektedir.

The Venus of  Mal'ta - figure found Siberia, dated  23.000-20.000, from Gravettian period
Mal'ta Venüsü - 23.000-20.000, Sibirya

Ana Tanrıça İnanışının Değişimi

Ana Tanrıça inanışı; tüm varlıkların ve doğanın yaratıcısı olan, doğumu, yaşamı, bereketi, şiddeti, kuraklığı, ölümü var eden mutlak ve monist tanrıçanın varlığına dayanıyordu. Medeniyet ile beliren Eril Tanrı inanışının öncesinde etkin olan ana tanrıça mitosu, farklı temsil biçimleri göstermekle beraber Sümerler’de İnanna, Samiler’de İştar, Mısır’da Osiris, Fenikeliler’de Astarte, Anadolu Kibele, Ege’de Artemis, Hindistan’da Kali ismini aldı. Antik Yunan mitolojisinde ise ana tanrıça, Gaia isminde belirdi.
The Venus of Kostenki, number 2 - created  23.000-21.000 BCE, found Russia
Kostenki Venüsü - 23.000-21.000, Rusya
The Venus of Dolní Věstonice - material Ceramic, dated 28,000 BCE- 25,000 BCE, discovered 1925 in Moravia 29,000-25,000 BCE, from Gravettian culture
Dolni Vestonice Venüsü - 28.000-25.000, Çekoslovakya
Ana tanrıça figürlerinin yüz hatlarındaki belirsizliğin nedeni, çoğunlukla el işçiliği yetersizliği değildi. Belirsizliği ifade eden temsil tekniği, daha sonraki tarihlerde gelişecek İkonografi sanatını çağrıştırırcasına yüz ifadesinin imgenin görünürlüğü kadar ulaşılmazlığını da işaret eden bir maske içinde gizlenerek, tanrıçanın suretinin temsil dışında bırakılmasıyla oluşan kutsallık ile ana tanrıçanın mahrem olarak ifade edilmesi gerektiğine dair mitik dünya görüşüne, inanışa dayanmaktaydı.

İmportant Mothers Goddess Statuettes - from the Stone Age, dating from 28,000 to 15,000 BCE
Taş Devri Ana Tanrıça İdolleri - 28.000 - 15.000 

Ana tanrıça inanışı, zaman içinde değişim göstererek mutlak ve monist tanrıça varlığından cinselliğin ve güzelliğin temsili olan çeşitli tanrıçalara dönüştü. Bu dönüşüm sonucu antik Yunan döneminde Afrodit, Roma kültüründe ise Venüs ismini aldı.

Venus of Willendorf - circa 28,000 - 25,000 BCE
Willendorf Venüsü