Antik Yunan’da Mitoloji, Çalışma ve Bağbozumu Şenlikleri

  

 Antik Yunan'da Çalışmak ve Mutlak Özgürlük

19. ve 20. yüzyıl tarihçilerinin Antik Yunan’da ilk bakışta gördükleri olgular: demokrasi, politika, sanat, bilim, felsefe, tragedya idi. “Yunan mucizesi” tanımını oluşturan bu olguların, en etkin yaşandığı dönem M.Ö. 520-430 yılları arasıdır. Bu döneme “mucize” denmesinin nedeni, tüm bu olguların, kavramların aynı anda ortaya çıkması ve dünyanın hiçbir yerinde benzerinin yaşanmamasıdır. Yunan site (Polis) yaşamı ile gerçekleşen, aslında Yunanlıların icadı değil, keşfidir. Özellikle sanatın Yunanlılar ile keşfedildiğini görmekteyiz. Antik Yunan’daki mucizenin oluşmasının temelinde “mutlak özgürlük” kavramı vardı. Antik Yunan insanın gerçekleştirdiği mutlak özgürlük, diğer hiçbir kültürde tam olarak oluşmadı. Antik Yunan dönemindeki özgürlük kavramının, bizim bugünkü anlamda kullandığımız özgürlük kavramı ile hiçbir bağlantısı yoktur. Bugün özgürlük dediğimizde, esaret altında olmamayı anlıyoruz. Yunan dünyasında özgürlük, madden ve dünyadan bağımsız olmaktı. Yunanlılarda özgür olmak için, çalışmamak gerekiyordu.

Çalışan insan, Yunan dünyasında özgür insan değildi. Yunandaki özgür insan, çalışmayan, toprak sahibi olan, kölelerin çalışmasından gelir sağlayan insandı. Yunan özgür insanı, çalışma ve toprağa bağımlı olmaktan kurtulduğu için, dünyaya kendi dışından bakabilmeye başlamış, doğadan bağımsızlaşarak, sanata ve bilime özgürce yaklaşabilmişti. Antik Yunan dünyasında kölelerin yanı sıra, kadınlarda özgür olamazdı. Kadın -modern anlamın dışında bir değer ile- adet gördüğü için tabiata ve toprağa bağımlı idi; bu yüzden kadın özgür olamazdı. Kadın ev işlerinde ve insan neslinin devamında görev alabilirdi. Antik Yunan beden zindeliğini istiyordu, yaşlılık bilgelik değil, aksine doğa yasalarına boyun eğmek olduğu için hakir görülüyordu.

Kölelik, antik dünyada neredeyse tüm medeniyetlerde vardı (Çin, Astek) ama Mısır’da kölelik ve özgürlük farklı uygulanıyordu. Mısır dünyasında kölelik derecelendirilmişti, toprakta çalışan insan köle değil, köylü vatandaştıToprağın sahibi tanrısal güç ile Firavun olsa dahi, köylü toprağını miras yolu ile çocuklarına bırakabiliyordu. Mısırda sadece belli dönemlerde kölelik ya da zorunlu hizmet vardı, köylü yılın belli dönemlerinde Firavunun istediği işte çalışmak zorundaydı, muhteşem piramitler bu zorunlu çalışmalar sonucunda ortaya çıktı. Mısırda mutlak kölelik, sadece Firavunun sarayındaki hizmetliler için vardı. Yunan mucizesinin temeli, köleliği asli üretici güç kılmasıydı. Yunan site demokrasisinin kurucularından sayılan Solon yaptığı kanunlar ile borç köleliğini kaldırdı. Salon, gelir üzerinden borçlanmayı ortadan kaldırdığı için Polis mensubu vatandaş, borçtan dolayı köle olma tehlikesinden kurtulmuştu. Yunanlılarda kölelik, temel üretici güç olmuştu. Tarihte ilk kez köle pazarı Sakız adasında kuruldu ve aynı dönemde para basılmaya başlandı. Köleci üretim sistemi, gerçek anlamda sadece Eski Yunan’da gerçekleşti.


Tragedya Okuma Kaynakları
Tragedya'nın Doğuşu - Friedrich Nietzsche 
Thespis Eski Yakındoğu'da Ritüel, Mit ve Drama - Theodor H. Gaster

Tragedyanın Kökeni Aiskhylos ve Atina - George Thomson
Oyun ve Bügü - Metin And 

Ölüp Dirilen Tanrı / Tanrıça Miti

Bütün Akdeniz havzası medeniyetlerine baktığımızda hepsinde benzeri bir inanış olarak “ölüp dirilen tanrı/tanrıça” mitini görüyoruz. Ana tanrıça miti; medeniyetine göre İnanna, Gaia, Kibela, İştar, İsis adını alıyordu. Medeniyet öncesi insan toplulukları, doğanın-kozmosun devamlılığı için bir kaos-şiddet eylemi gerektiğine inanıyordu. Ana tanrıçaya şükran ve mevsimlerin-toprağın bereketinin devamı için, yani kozmos için; kaos yaratıp, gürbüz erkekleri kurban ediyorlardı. Böylece kozmosun dinleştiğine, kendilerini affettiğine inanıyorlardı. Tanrıçaya şükran amacıyla insan kurban etme ayinleri, zamanla “medeniyet kafeslenmesi” içinde yumuşadı; sunak sunma, havyan kurban etme, adak kanı akıtma ritüellerine dönüştü.

Bağbozumu Şenlikleri ve Mitoloji

Yunan medeniyetinin site yaşıma yakın alanlarda, Ege’de kozmosun devamlılığı için kaos yaratma/kan dökme eylemleri yapılıyordu. Ege dünyasındaki bağbozumu şenliklerinde bereket ve yaradılışın devamlılığı için sınırsız eğlence ve şiddet uygulanırdı. Bağbozumu şenlikleri içerdiği şiddet, coşku ve şükran duyguları ile Ana tanrıçaya ibadet ayinlerinin devamıydı. Bağbozumu şenliklerde, şarap içilir ve kan dökülür, anne ile oğlu sevişir, statüler görmezden gelinerek toplu sevişmeler yapılır, bolca besin tüketilirdi, ziyafetler verilirdi. Klasik Çağ’da mit, logosa tabi tutulmaya başlandı ve mitler alegorikleştirilmeye başlandı. ölüp dirilen tanrı/tanrıça inancı” alt katman olarak Yunan mitolojisinde ve tragedyasında devam etti. Yunan medeniyeti M.Ö. 700’lerde başladı. Dönemin günümüze kalan Homeros metinleri, destan biçiminde yazılmış, ağızdan ağıza anlatılan halk hikayeleri ve rapsodilerden oluşmuştu. 
Bağbozumu şenlikleri, insanın toprağa, doğaya ve tanrıya ait olma fikrinin sona erdiğini gösteriyordu. Yunan medeniyeti ile yaradılış olarak “tanrıya borçlu olma ve şükran duygusu” ortadan kalkmıştı. Bu değişimin sonunda Yunan kozmogonisindeki tanrılar, görülen dünyaya bağlıydı. Yunan tanrıları, uzak varlıklar değil; insan gibi dünyada yaşayan tanrılardı. Yunan insanı ile Yunan tanrıları arasında tek fark vardır, insan ölümlü olması idi. Yunan tanrıları insanlar gibi öfkeleniyor, kıskanıyor, çapkınlık yapıyor ve suç işliyordu. Yunan tanrılarının insan tabiatlı olması, özgür ve artık birikim sahibi Yunan site vatandaşının kendini “yarı tanrı” olarak görmesinden kaynaklanıyordu.

Sokrat, Platon ve Devlet


Sokrat Öncesi Yunan ve Platon

Sokrat öncesi Arkaik Yunan insanı için yaşam, geçmiş ya da gelecek değil, şimdinin deneyimi idi. Yaşadığı anının deneyimleri ile bütünleşen ve onları kendi bedeni karşısında nesne olarak görmeyen Yunan insanı, bugünkü anlamda özne olmamıştı. Sokrat sonrasında ise, Yunan insanı özellikle Platon’un idealist düşüncesinin etkisiyle değişime uğradı, gerçeklik ile ilişkisini düşünce ve onun tasvirleri üzerinden kurmaya başladı. Geç dönem Yunan kültüründe ortaya çıkan bu idealizasyon ile insan, beden-imge bölünmesi içinde ontik bütünlüğünü kaybetti.

Platon, yeryüzü fenomenlerinin form olarak “idealar dünyası”nın eksiltili birer yansıması olduğunu söylemişti. İdealar öğretisi’ne göre gerçeklik, nesnel veya öznel, idealardan doğan ve yansıyan eksik izdüşümlerdir. Platon’a göre doğayı (physis) oluşturan her şey, görünür veya hissedilir olmaklığı içinde neşet ettiği idealara doğru varoluşlarını tamamlamak amacıyla hareket etmektedir. Platon, “Devlet” adlı kitabında ideal bir toplum yönetimzinin ve devletin yapısının nasıl olması gerektiğini anlatmıştır. Sınıflı toplum yapısı içindeki insanların, “yurttaşlık bilinci” ile ideal devlet yönetimi altında bütünleşeceğini ileri sürmüştür. İdealar öğretisinin öngördüğü gerçekliğin, hakikat karşısında eksik olması; ütopik düşüncenin güncel ve gelecek üzerine projeler geliştirmesine temel kaynak olmuştur.

Antik Yunan, Polis, Demos, Köle

Arkaik dönem ile birlikte M.Ö. 800’lerden başlayıp, M.Ö. 300’lere kadar devam eden Yunan medeniyeti, siyası ve ekonomik olarak büyük ölçüde bağımsız site devletlerinden oluşmuştu. Yunan medeniyetinden günümüze kalan eserlerin büyük çoğunluğu, Atina ve çevresine dayandığı için genellemelerin ve tartışmaların ana kaynağı, Atina şehir devleti (polis) olmuştur. Atina şehri, “doğrudan demokrasi”nin tarihte etkin olarak uygulandığı ilk yer olarak kabul edilmiştir.

Yunanlılar zaman içinde Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz kıyılarını kolonize ederek verimli topraklara ve ticaret ağına sahip oldular. M.Ö. 5. yüzyıl, Attika topraklarının en verimli dönemi oldu ve tarihte “altın çağ” olarak anıldı. Atina demokrasisi, sadece “demos” adı verilen özgür erkeklerin (yurttaş) oluşturduğu bir yönetim biçimi idi. Demos, çalışmayan ve köle sahibi olarak toprak üzerinden “artık birikimi tüken” sınıf idi. Bu bağlamda, antik Yunan dünyasında özgür olmanın birinci şartı, çalışmamaktı. Kölelerin, kadınların ve Atina’lı olmayan insanların, Polis adı verilen şehir devletinin demokratik yapısında şehri yönetme, yurttaşlık ve oy hakkı yoktu. Atina'da nüfusun yaklaşık beşte dördü; köle, kadın, yabancılar ve çocuklardan oluşuyordu. Demos’un oluşturduğu halk meclisi (Ekklesia) toplam nüfusun %10’u civarındaydı.

Demos, topraktan ve temel ihtiyaçlardan bağımsızlaşmış “serbest zaman faaliyeti” içindeki erkekler topluluğu idi. Şehir devletlerinin özellikle Atina’nın gelişimini sağlayan temel etken, kölelerin beden gücünün “verimli” kullanılması idi. Köleler çoğunlukla dış bölgelerden, kolonilerden getirilmişti. Antik Yunan’daki özgür insanının temel özelliği, kölenin yaptığı biyolojik-yaşamsal gereklilik için çalışmaktan özgürleşip, serbest zamanını kendisi ve polis için kullanmasıydı. Antik Yunan insanı, böylelikle doğayı ve doğasını aşmak amacıyla eyleme geçmiş, tarihe kalıcı izler bırakabilmek adına politikaya, felsefe ve sanata yönelmişti. Modern dünyadaki siyaset ve demokrasi tartışmalarının referans noktası olarak kabul edilen Atina demokrasisi, demos olmayanları yok saydığı, değersiz kabul ettiği ve öteki olmaya tabi kıldığı için aslında totaliter bir yapılanma idi.

Meritokrasi: Liyakat Sistemi

Devlet yönetiminin bireysel özellikleri gelişmiş ve yetenekli kişilerin elinde olmasını savunan Meritokrasi, liyakat esasına dayanır. Likayat esası, ilk olarak Platon’un “Devlet” adlı eserinde detaylandırılmıştır. Platon, kurguladığı ideal devlet düzeninde yönetici kadroların meritokrasi ile oluşturulması gerektiğini savunmuştur; ona göre iyi devlet yönetimi için, yeteneğini ve bilgi birikimini ispatlamış insanların kamu yöneticiliği yapması zorludur. Ve devletin en üst noktasında yönetimi liyakat ile elde etmiş “bilge-filozof krallar” bulunmalıdır. Diğer yandan meritokrasi düşüncesi, aslında açık olarak seçkincidir. Ekonomik ve siyasal birikimi yüksek aile bireylerinin eğitim ve gelişim olanağının daha fazla olacağı düşünülür ise, “meritokratik sistem” içerisinde toplumun diğer kesimlerindeki gençlerin-bireylerin kabiliyetlerini ortaya çıkarma imkânları çok azdır. Bu sebep ile meritokrasi, zaman içinde kendisinden beklenen radikal demokrasiyi değil, oligarşik yapıları doğurmuştur.

Ütopyalarda Mülkiyet ve Emek

Platon’dan başlayarak ideal devlet amacı ile kurgulanan ütopyaların temel hedefi, özel mülkiyet sorunu olmuştur. Platon, “Devlet” adlı eserinde özel mülkiyeti, sadece yönetici sınıfa yasaklamıştır. Ona göre ideal yönetim için yönetici, kamu mülkiyeti dışına çıkmamalıdır. More, özel mülkiyetin temel sorun olduğunu düşünmüş ve eşitlik için özel mülkiyeti tüm vatandaşlara yasaklamıştır. Campanella’nın ütopik anlatısında da özel mülkiyet kaldırılmıştır. Devlet mülkiyetini temel alan bir yaşam kurgulaması nedeniyle klasik ütopyalar, açıkça totaliter anlatılardır.

Ütopyaların yöneldiği bir diğer çözüm projesi, emek ve çalışma süresi koşullarının iyileştirilmesidir. İnsanın “serbest zaman” faaliyetleri sorununa cevap vermek, ütopyacı düşüncenin temel dinamiklerinden biridir. Platon’un ideal devletinde sekiz saat, More’un anlatısında altı saat ve Campanella’nın hayalinde dört saat olan günlük çalışma süresi; keyifli bir yaşam için yeterlidir. Birçok ütopyada çalışma süresinin düzenlenmesi ile birlikte tembellik, suç olarak tanımlanmıştır. Modernite ve çalışma koşulları, ütopya metinlerini özel mülkiyet ve emek sorununu çözmeye yönlendirmiştir. Liberal ekonominin çözümsüz kaldığı emeğin doğası ve verimliliği, serbest zaman ve tam istihdam gibi konular modern ütopya ve distopyalarda çözüme kavuşturulur ya da çözümsüzdür.

Rüya Metni: Bağırsak Suyu


Aylardan Eylül’dü yâda rüya bana öyle söylüyordu. Gitmeden önce veda için buluşamamıştık, sonra bilmediğim bir yolda yürüdüğümüzü gördüm; yolu sevdim. Kollarımla sana sarılmak istedim, sardım sol kolumu koltuk altına doğru, yan yan sarıldık. Yolun kenarında olanları, mekânları ve sesleri ne görüyor ne duyuyordum; önüm de belirsizdi ama böylesi yürüyüş çok iyi geldi bana, çevrede yine pastel sarı tonlar akıyordu. Birden mekân değişti; rüya, mekânı değiştirdi, yine engelledi iyiyi.

Sen, bana sarıldın; “çok çekicisin” dedin, bende sana “çok güzelsin” dedim. Ukde tam o anda içime düştü; bana karşı olan ilgini daha önce niye bilemedim diye hayıflandım. Sen niye söylemeye geç kalmıştın? Öpüşmeye başladık, kemiklerimin esnediğini hissettim zevkten. Saf dinginlikle dilim, dilinde eriyerek mutlu oldum. Seni iyi gördüm, derin ve sakin öpüşüyordun. Dilim, dilinde dillere destan hazlarda yoğrulmaya devam etti. Saat: 8:55 idi ve sen, 9.30’da yola çıkmalıydın. Süreyi bana rüya bildirmişti? Tam 35 dakikamız vardı mutlu olmak yâda zevk almak için.

Neden bu kadar kısa süre? dedim kendi kendime. Sonra şaşkınlaştım, keyfim rüyanın kontrolünde girdaplara dönüştü. Öptüğüm dudakların, ağzın içinden geçtim tüm vücudumla, tek parça. Soluk borusundan sonra iç organlarına geldim. Neredeyim bilmeden yine de öpüyordum seni. Son hatırladığım, bağırsaklarına girdiğim. Seni canından, bağırsaklarının suyundan öpüyordum. Birden uyandım. Rüya -3. şahıs O olarak- rüyamda senin rüyanı mı gösterdi bana?
Ekim 2015

Ütopyanın Tanımı ve Temelleri, Klasik Ütopyalar ve Modern Distopyalar



Kelime Olarak “Utopia”

Utopia kelimesinin kökeni, eski Yunanca’daki outopos (oυτοποσ) ve eutopos (ευτοποσ) kelimelerine dayanmaktadır. Outopos, olmayan yer anlamına gelirken; eutopos, güzel yer demektir. Bu iki kelimenin birleşimi sonucunda utopia, “hem güzel, hem de olmayan yer” anlamına gelir. Utopia kelimesini ilk olarak aynı adı taşıyan eseri ile Thomas More kullanmıştır. Ütopya düşüncesinin temel referansı, Platon’un “Devlet” (Politeia) adlı kitabıdır. 20. Yüzyıl ütopyaları ise, modern dünyanın sorunları neticesinde anti-ütopya (distopya) metinleri biçiminde ortaya çıkmıştır. Kısaca ütopya, bugün “var olmayan” ama gelecekte gerçekleşmesi arzu edilen “güzel” yerdir.

Klasik ve modern ütopyalar, edebiyat türü olarak metinlerarası özellikleri ile felsefeden teknolojiye, mitolojiden psikanalize kadar birçok farklı kaynaktan beslenir. Ütopya metinleri, yazıldıkları dönemin tarihselliği içinde gerçeklik ile bağlantılı iken; geleceğe dair arzuları ve beklentileri karşılamaya çalıştığı için fantazi, edebiyat ve kurgu ile iç içedir. Ütopya bugüne dair söylediği ile politik, geleceğe dair söylediği ile fantastik unsurlar içerir.

Klasik Ütopyalar:

Devlet - Platon
Ütopya - Thomas More
Güneş Ülkesi - Tommaso Campanella
Yeni Atlantis - Francis Bacon

Bazı Modern Ütopyalar/Distopyalar:
Biz - Yevgeniy İvanoviç Zamyatin
Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley
1984 - George Orwell
Fahrenheit 451 - Ray Bradbury
Damızlık Kızın Öyküsü - Margaret Atwood
Dişi AdamJoanna Russ
Zamanın Kıyısındaki KadınMarge Piercy
Ekotopya - Ernest Callenbach
Matrix Avcısı (Neuromancer) - William Gibson
TritonSamuel R. Delany
Mülksüzler - Ursula K. Le Guin

Ütopyanın Temelleri

Ütopya, yaşamı düzenlemeyi amaçlayan projedir. Ulaşılabilir en iyi yaşam sistemini kurup, onu düzenli ve değişmez kılmayı hedefler. Ütopya yeni bir toplumsal yapı için, var olan yaşamı tümden değiştirmeyi arzular. Öncelikli hedef, devletin yönetim araçlarını şekillendirmektir. Ütopya, kurguladığı yeni düzenin pratiği ve daha da önemlisi devamlılığı için; ekonomi, aile, cinsel yaşam ve eğitim alanında bir dizi uygulamalar geliştirmek zorundadır.

Ütopyaları cazip kılan, insanın gündelik ihtiyaçlarına, gelecek zaman kipi içinde çerçevelendirilmiş çözümler sunmasıdır. Ütopyacı hareket, ister tahayyül ister eylem sürecinde olsun, geliştiği koşulların sorunlarını çözecek tatmin arayışları ile güdülenmiştir. Bazen eko-politik, bazen de fantazi yolu ile insani dürtüleri harekete geçirmeyi amaçlar. Sunduğu çözümler gündelik gerçeklikten uzak dahi olsa, geleceğe yönelik olması ile heyecan ve umut vericidir. Ütopyanın ürettiği zaman ve mekan tasviri, mevcut yaşam koşullarını aşarak; emeğin özgürleştiği, bedenin erotikleştiği ve kaygının olmadığı bir yaşamı tahayyül eder.

Ütopya, çözüm vaat eder. Ütopik düşüncenin gerçeklik kazanması için yöneldiği konular; anayasa ve hukukun pratiği, emek ve özel mülkiyet, eğitim ve bilginin kullanımı, çalışma koşulları ve serbest zaman faaliyetleri, cinsellik ve aile, bireysellik ve tektipleştirme gibi temel sorunlardır. İkircikli olan yaşam koşullarını aşmayı hedefleyen ütopya, bu sebeple çoğunlukla totaliterdir.

 



Konuşmacı: Bülent Somay
Düzenleme ve Ekleme: Ahmet Usta

Mısır, Çin ve Mezopotamya Medeniyeti

Medeniyet Öncesi ve Sonrası

Günümüze ulaşan 45 bin ile 15 bin yıl öncesine ait figüratif bulgular, genellikle mağara duvar resimleri ve ana tanrıça putları (Venüs heykelcikleri) dır. İnsanların Venüs heykelciklerini, muska olarak yanlarında taşıdıkları veya mezarlarına koydukları anlaşılmıştır. Mağara duvar resimlerinde gördüğümüz dini ve mistik figür Şaman, arkeolojik bulgularda ana tanrıça ile bir araya gelmemektedir. Peki, şaman, ana tanrıçaya ibadet ediyor muydu? 
Stonehenge (aslı taşlar) ve Göbekli Tepe gibi arkaik tapınak alanlarındaki yaşam izlerine baktığımız zaman, tapınak inşası olmasına rağmen, çevresinde yerleşik hayatın olmadığını görüyoruz. (M.Ö. 10 binli yıllar) Benzeri tapınakların, anıt mezarların birçoğunun yakınlarında sarhoş edici bitkilerin, uyuşturucu ekildiği tespit edildi. İnsanlığın ilk tahıl üremi arpa, besin olarak değil; bira yapımı için kullanılmıştı. Bu veriler, yerleşik hayatın olmadığı dönemlerde dahi, insanların tapınak inşa ettiği ve çevresinde dini, coşkulu ritüler düzenlediğini göstermektedir.
Stonehenge - İngiltere

Mezopotamya: Mümbit Hilal

Neolitik Çağ ve M.Ö. 4 binli yıllarda, Mezopotamya’da tarım ve yerleşik hayat başladı. Tarımla birlikte sulama kanalları, hayvanların evcilleştirilmesi ortaya çıktı. Neolitik Çağ, kendi içinde çömlekli ve çömleksiz dönem olarak ikiye ayrılır. Çömlek yapımının ortaya çıkması ile ilk kez mesleki uzmanlık, zanaatkârlık başladı; devamında örme ve dokumacılık işleri gelişti. Mezopotamya’da başlayan sulama kanalı sistemi ve toprak paylaşımı ile birlikte şehir devletleri (Site) kuruldu. Şehir yaşamının ortaya çıkabilmesi için nehir boyları, ılıman iklim ve alüvyonlu-mümbit topraklar gibi coğrafi şartların olması gerekiyordu. Ur ve Uruk gibi önemli şehirlerle beraber asker, tapınak, köle sınıfı; ticaret ve para ortaya çıktı. Mezopotamya şehirlerinin diğer önemli özelliği, surlara sahip olmasıydı. Medeniyetin ortaya çıkması ile birlikte şaman ve ana tanrıça inancı geriledi, tapınak ve rahip sınıfı gelişti ve güçlendi.
İştar Tapınağı - Mari, antik Suriye


Mısır, Hint ve Çin Medeniyeti

Mısır medeniyeti, coğrafi konumu nedeniyle Mezopotamya’daki eko-kültürel değişimlerin belli oranda dışında kalarak, izole bir kültürel devamlılık gösterdi. Mısır teolojisinin en eski katmanına baktığımız zaman, Amun-Ra ibadetini görmekteyiz. Ra Güneş Tanrısı, tıpkı proto-Türkler’deki Tengri (Gök Tanrı) gibi alemleri var eden tek yaratıcıydı. Sonraki tarihsel katmanlarda ortaya çıkan Tanrıça İsis inancında ise, Mezopotamya’dan gelen insanların beraberinde getirdiği ana tanrıça inancının etkili olduğu düşünülür. Şehirleşme Mezopotamya’dan çıkıp, coğrafi sıralama ile önce Hindu-Ganj bölgesine oradan da Çin’e doğru yayıldı.
Amon Ra tasviri
Çin tarihi siyaset ve kültür olarak kendi has özellikler gösterir. Mezopotamya’nın etkileri olsa da, Çin’de site devletleri değil; beylik devletler kuruldu. (M.Ö. 2500’lü yıllardan itibaren) Çin’deki inançlara baktığımızda, Konfüçyüsçuluk bir din değil; yaşamın ve devletin devamlılığını amaçlayan ahlak öğretisi dir. Konfüçyüsçuluk, Tanrı’yı mutlak yaratan olarak kabul eder ama daha çok yaşama pratiğine yönelir. Çin’deki asıl din,  Tao dur. Tao, Tanrı inancının tekliği ile mitik olanın iç içe gelişmesidir.

Çin’in Ana Tanrıçası: Xi Wang Mu

Çin tarihinde arkaik dönemden gelen ve etkisi uzun süre devam eden ana tanrıça inancı vardır. Xi Wang Mu adlı ana tanrıça, Ortadoğu’daki bereket tanrıçalarının tüm özellerini taşır; ölümlülere ölümsüzlük, yaşama ve toprağa bereket verir, kozmosun devamlılığı için şiddet uygular. Çinliler Mu’ya “Batının Büyük Annesi” demişlerdir. Batı; batan güneş, ölümlülük, ölüm sonrası yaşam anlamındadır. Diğer coğrafyalarda pek görmediğimiz şaman ve ana tanrıça birlikteliği, Çin’de görülür. Xi Wang Mu rahibesi kadınlar; ayinlerde şaman rolünü üstlenmişlerdi.
Suret yasağı, Müslümanlıktan önceki arkaik dönemlerde de vardı. Buda’nın ortaya çıktığı, M.Ö. 550’lerden M.Ö. 400’e kadar olan dönemde Hint coğrafyasında suret temsili yoktur. Buda temsillerindeki suret yasağını kaldıran, Hint coğrafyasına yerleşen Helenistik Gandahar Krallığı olmuştur. Bozkır sanatına baktığımızda da suret yasağını görürüz. Gerek avcılık, gerek ise şaman resimlerde suretler belirsiz gösterilmiş, gizlenmiştir. Çin kültürünün bir diğer büyük farkı ise, hiçbir zaman suret yasağı olmamıştır. Kısaca, sanat tarihi açısından baktığımız da iki uygarlıkta suret yasağı yoktur: Yunan ve Çin
Xi Wang Mu, Çin kültürünün Ana Tanrıçası

Fayyum Portreleri

Mısır’ın Fayyum bölgesindeki yeraltı mezarlıklarından çıkarıldıkları için Fayyum Portreleri adı ile anılan ahşap plaka üzerine yapılmış eserler, Mısır kültürünün Roma egemenliğinde yaşadığı M.S. 1 ile 3. yüzyıl arası dönemde üretilmiştir. Ölmüş portre sahibinin kişisel özelliklerinin oldukça detaylı ve gerçekçi betimlenmesi ile “öte dünyaya” karşı merak-korku-özlem gibi birçok anlam ve beklentinin bir arada kullanıldığı eserlerdir Fayyum Portreleri.



Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta
Dalgın Sular / Karaköy
Şubat-Mart 2013

Müslüm Gürses ve Arabesk ve 90’lı yıllardan Anılar



90’lı yıllardan Gürses Anısı


17 yaşındayım, ilk kez aşık olmuş ve belki de son kez karşılık bulmuşum. Arkadaşım Ferdi ile tren yolu köprüsünün kenarında ucuz köpek öldüren şarap içiyoruz, elma yiyoruz. Tren yoluna bakan evinlerin birinden 90’lı yılların bir Müslüm Gürses şarkısının sesi geliyor. "Yosun tutmuş kaldırımın kenarı, artık yeter diyor sana kadın…" buna benzer sözler aklımda kalan. Arabesk takılıyoruz, içiyor, kuruyor, kuruya sarıyor ve Gencebay’dan “Kadere bak, kadere bak, çok çektirdin ikimize, şimdi özür diler gibi sevin dedi ikimize” yada Güllü’den “Oyuncak gibi”yi dinliyoruz.



Yıllar iki katına çıktı bugün, o gün çekilen ya da keyif alınan anların sayısalı iki katına çıkmış, organlar hafif hafif eskiyor, yıllar geçtikçe asli yalnızlıklarımız derinleşiyor, her şey arabeskleşiyor. Müslüm baba, 70’lerde başlayan müzik hayatında, 80’ler ve özellikle 90’ların ilk yarısında büyük ilgi görmüş ve kitleleri peşine katmış çok önemli bir ses sanatçımız. Hatta jiletçi Müslümcüler olarak anılan, kendi içlerinde fraksiyonlara ayrılıp ve kavga edip hatta birbirlerini yaralayan radikal gençlik toplulukları vardı. Belki de amaçları, "kimin daha arabesk" olduğunu kanıtlamaktı 2010'lu yıllara geldiğimizde, bu profilde radikal arabeskseverler çok az kaldı. Müslüm Gürses, tıpkı Sezen Aksu, Kemal Sunal gibi her Türk insanın sevdiği, dinlemese bile figür ve ses olarak değer verdiği bir insandı.

Müslüm Gürses - "Mutlu Ol Yeter" albüm kapağı


80’li ve 90’lı yıllarda Arabesk

Müslüm Gürses, çoğumuzun önceden bilmediği, 70’lerin sonunda  yaşadığı bir trafik kazası sonrası, kısmı duyma ve koku alma kaybı nedeniyle sahneye çıktığında refleks eksikliği gösteriyordu. Bu fiziksel engel, yurdumun tapon-ucuz entel-sosyal demokratlarının, onu “tu kaka etmesine" malzeme oldu. Aynı gönülsüzler tayfası, 80’li ve 90’lı yıllarda arabesk müzik dinlemekten utandıkları için kendilerine benzer kişilik ve ekonomiden gelen Kayahan’ı dinleyip, gizli arabeskçi takılıyorlardı. Aynı basiretsizliği şeytana çok şükür, ben çocukta olsam yapmadım.

Müslüm Gürses - "Anlatamadım" albüm kapağı

Müslüm Gürses’in Allah Vergisi Sesi

Gürses’in sesinin, doğuşkan ve armonik yapısı ile çok özgün olduğunu hep savundum. Müslüm baba, arabesk müziğin diğer kötü örneklerinin yanında zaten en büyük artı değeri, ses-fonetik özelliği ile gösteriyordu, özel bir şey yapmasına gerek yoktu. Konsonans, yani kulağa hoş gelen özgün seslerden birine sahipti. İlk dinlediğim yıllardan sonra, biraz aydınlanma sürecine girdiğimde Müslüm Gürses'in sesi ile ilgili inancım daha da arttı, bu ses bence soft rock müzik formuna mükemmel uyumlu olabilirdi. Yıllar içinde; Leonard Cohen ve Nick Cave gibi isimleri dinledikçe, Müslüm babanın sesinin, benim için daha kıymetli, dünya çapında ses olduğunu hissettim.


Kendi Sesini Gerçekleştiren Müslüm Gürses

Edebiyatçı olarak okumadığım, ama senarist olarak eski sinema çalışmalarını çok sevdiğim Murathan Mungan'da, benle aynı duyguları taşımış olacak ki, Müslüm baba ile ilgili düşüncelerimi büyük oranda yansıtan, Türkçe soft rock cover bir albümün süpervizörlüğünü yaparak Müslüm Gürses’in sesinin hakkını verdi. Gürses, 2006’da yazar Mungan"la ortak projesi “Aşk Tesadüfleri Sever” Pasaj Müzik etiketiyle çıkardı, kendisine karşı olanların yada beğenmeyenlerin gözleri önünde yada ellerindeydi.


Murathan Mungan eşliğinde yapılan albüm ile tekâmül eden Müslüm Gürses, müzikten anladığını iddia eden aklı evvel ama tapon ve batı tandanslı arabesk düşmanlarına cevabını kendi uslubunca vermiş oldu. Arabeskin kaygan ve amorf yapısını gösterdi; Müslüm Gürses, kimin bestesini söylese, çoğunlukla sahibinden daha güzel ve etkileyici söyledi.

Son dönemlerinde çıktığı bir tv programında “Düşünüyorsam varım demek ki“ deyince sunucu, "Sayın Gürses bu bana Decartes’i hatırlattı, 17. yüzyıl filozoflarından" cevabına karşılık Müslüm Gürses “O da, bizim kardeşimiz” diyerek, modernitenin getirdiği irrasyonaliteye post-yapısalcı bir cevap vermiş oluyordu! 



Arabesk Ne Olabilir?

Arabesk öyle uzun yada kısa bir hal değildir, ezcümle nettir! Arabesk, kitlesel olarak vardır; sınıf veya sosyal tabaklaşma içermez, gündeliktir ve kaderini sevmek ister! (amor fati)

Arabesk, piç edilmiş bir kelime olsa dahi, varoluşçudur ve gündelik olarak eyleme dayalı ya da eylemek isteyen bir felsefeyi savunur. Arabesk, politik-ekonomik-cinsel düzlemde kitabi  kalmak yerine; eylemde mazoşist olmak, depresif bir hazzın yaşatılmasını savunmak yada sahip çıkmak ister. Arabesk dünya hali, sevenlerinin “Yıkanmak İstemeyen Çocuklar” olarak kalmak isterken, aldığı yaralardır ve işlediği günahların yüküdür ama yara olmadan merhem olmayacak ise, Bach bazen dinlenirken, arabesk her daim dinlenebilir!

Arabeskin gerçekliğini tam olarak yansıtan veciz söz, yine Müslüm Gürses'ten geliyor: "İlkokulu bitirdim. Gerisi yok."

Müziğin Kökeni ve Şamanizm



Müziğin Kökeni

Müziğin tarihine ait ampirik verilerin değerlendirilmesi dahi, çoğu kez sezgiye dayalı spekülatif bilgiler içerir. Konu dil ve müzik olunca, evrenselliğin ve tarihselliğin iç içe geçtiği karma yapı ve anlamlarla karşılaşırız. İnsan bedeni, evrensel olarak sağ elini ve beynin sağ bölümünü kullanma konusunda daha beceriklidir, gelişmiştir. Evrensel müzik algısında, dalga boyu titreşiminden dolayı la, do ve sol; kulağa hoş gelen (konsonans) seslerdir. Müzik, birçok dile Yunanca “Musike” (Musa’ların, Perilerin konuştuğu dil) kelimesinden geçmiştir. Müziğin ortaya çıkışı konusunda net ve tek bir kaynağa sahip değiliz, tarih öncesi dönem mağara duvar resimlerinde dans figürleri var. Dans ve ritmik hareketlerin kökenleri, homo sapiens öncesine kadar gidiyor. Kuşlarda olduğu gibi insanlarda da dans hareketleri; eş seçimi (cinsel seleksiyon) için önemli bir unsur idi. Müzik aleti olarak elimizdeki en eski bulgu, Neandertal insanı’ndan kalma olduğu düşünülen Ukrayna-Sibirya havzalarındaki mağara kazılarından çıkarılan ve 40-35 bin yıl öncesine ait hayvan kemiğinden yapılmış kavallar.
40-35 bin yıl öncesine ait Kemik Kavallar

Tek Sesliden Çok Sesliye Geçiş

1980’lerde, M.Ö. 2800’lü yıllarından ve Mezopotamya bölgesinden kalma kil tablet üzerinde nota sistemine benzer veri bulundu. Böylece müziğin tek sesliden çok sesliye geçtiği genel bilgisi, yıllar sonra yalanlanmış oldu. Tarihsel süreçte şarkı, dans ve ağıt içeren topluluk eylemleri vardı, Asya ve Afrika yaşamında müzik, dans ve ayin uzun zaman iç içeydi. Organum (temel ve değişmeyen ses melodisi) dikey olarak kendine eşlik eden iniş-çıkışlı ses ile çok sesli müziği oluşturdu. Batı Müziği, yarım aralıklardan oluşan 12 notalı sistem dir; yarım aralıklardan oluşan küçük ses sistemine, koma denir. Batı Müziği, dikey olarak çok sesliliği elde etmek için, koma nüanslarını yoksullaştırmıştır; koma nüanslarının azalması ile yatay melodik harmoni cılızlaşarak, yerini çok sesliliğin temeli, dikey seslilik ve ölçü düzenine bırakmıştır.

Bozkır Topluluklarında Müzik: Şaman ve Coşkunluk Hali
Yazılı tarih öncesi Bozkır topluluklarında müzik, hayvanlarla konuşmak anlamına geliyordu. Bozkır toplulukları, medeniyet havzasının dışında konar-göçer yaşadıkları için hayvanlarla iletişime öykünüyorlardı. Günümüze ulaşan en eski destan Gılgamış’ta Enkidu, bozkırdan gelen ve hayvanların dilinden anlayan kahramandı Enkidu, Gılgamış ile dost olup, medenileştikçe hayvanlarla olan konuşma yeteneğini kaybeder. Tarih öncesi ve sonrası göçebe yaşayan topluluklarda, halklarda Şamanizm kültürü ve pratiği binlerce yıl devam etti. Günümüzde çok azda olsa Sibirya bozkırlarında, Afrika ve Latin Amerika yerlilerinde şaman inancının ve ayinlerinin izleri görülmektedir. Tarihte Şaman inancının etkili olmasındaki temel nedeni şamanların, insanın doğasındaki dürtü malzemesini serbestçe ifade etmeleri ve göstermeleriydi. İnsanların ruhsal mekanizmasındaki aşkın (imajinal varoluş) halini yaşayan Şaman, insanları gösterdiği performans ile etkiliyordu. Peki, medeniyet havzasındaki peygamberlere de şaman diyebilir miyiz? Dürtü malzemesini insanlara yansıtan ve bu olağandışı davranışlarıyla insanları etkileyen bazı peygamberler aslında, şaman kültürünün devamıydı. Delirme ve coşku içeren Şaman performansı, unuttuğumuz veya bastırmaya çalıştığımız içsel bir aynalamanın psişik görünümüdür ve insanın etkilenmemesi imkânsızdır.

Şaman çizimi, Güney Afrika Yerlilerinin Mağarasından

Şaman Müziği

Şaman pratiğinde müzik, temel ritüeldir. Şaman müziği, köken olarak Tuna Türkleri'ne dayanır; günümüzde Sibirya şamanlığı, neo-Şamanizm olarak varlığını sürdürmektedir. Ölçü, her müzik eserinde melodiyi belirlemez; ölçüden bağımsız olarak melodi vardır. Çok sesli gırtlak ve vokal icralarına, doğaya öykünerek insan sesini polifonik olarak kullanan Moğolistan şamanlarında halen görüyoruz. İnsan sesinin oktavları arasındaki bu serbest dolaşım, kimi zaman yoğun hırlamalar ve böğürmeler biçiminde seslendiriliyor. Şaman ritüelleri, bir şaman ve onun çevresinde toplanmış insanların; geniz arazide dans, ağıt ve coşku ayinleri idi. Şaman saz veya benzeri bir araç ile ses çıkartırken; Batı müziğindeki gibi dikey değil, oktav üzerinden yatay olarak çok sesli müzik icra eder. Şamanlar, medeniyeti ve onun dürtü kontrollerini kabul etmemişlerden oluşuyordu ve böylece onlar, medeniyet havzası dışındaki alternatif yaşamın temsilcisi oldu.

Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Gıybet Naziresi


enkazına sahip çıkmak

meta fetiş güzellikleri

yeldeğirmeni, uzun hafız sokağı

zayi olmuş izi kalan yeliz'in kalçası

bakışı yazı ve kışı

selam kal-dı-rım-lar.

 

araba çarptı kız düştü

can havli ile bacaklarını örttü

ruha cinayeti gördü

pasajlarda, vitrinlerde acil kan aradı

5 il ve ilçede tebessüm etti

değer-sizliği bilemeyeceksiniz.

 

yetim, öksüze ana avrat sövdü

o da kendine sövdü 

andımızı sevdi, başının üstüne koydu

faşizm öğreten ilkokul öğretmeni

çarşambaları sel aldıkça

bıraktı gövdesini hafriyat çamuruna

öfkesini göremeyeceksiniz.

 

sicilya limanında işçi yürürken, paris’te geceyi gördü

geldi nevizade'de torba tuttu

elinde lirikleri ve emperyal oteli

ya ece Ayhan onu tanıdıysa

bulut’u bilemeyeceğiz.

 

olmalı, olmadı diye

vazgeçemez görünmeyen güneşten 4. tekil şahıs

ve onun -i, -e, -da, -dan ve yalın hali

başka cumhuriyet'te, bir başka hevesle

keşkesiz ve hoşçakal.

Medeniyetin Başlangıcı: Mezopotamya, Aborjinler ve Kaya Sanatı


Aborjinler ve Kaya Sanatı


Ekonomi ve bilginin gelişmesiyle zorunlu olarak uygarlığa geçilmiştir hipotezine karşı Avustralya yerlileri Aborjinler önemli bir itiraz noktasıdır. Aborjinler medeniyet alanındaki tüm müdahalelere rağmen, kendi yaşam koşullarını yarı melez ve medeniyet dışı olarak hala devam ettirmektedirler. Mağaralarda barınan Aborjinler, kendi içlerinde farklılıklar gösterirken toplayıcı-avcı sürüler olarak da yaşamaya devam ettiler. Aborjinler, kaya sanatı pratiklerinde çok çeşitli üslup ve teknikler kullanmaktadır. Peki, Aborjinler neden mağaralarda yaşıyordu? Aborjinler, Buzul tehlikesi olmamasına rağmen, mağaraları barınak olarak tercih ettiler. Medeniyet ve yerleşik hayat sürürken bile insanlar zaman zaman mağaralara, izbe alanlara gidip, resimler yapıyordu. Tarih boyunca insanlar yaşarken, çoğunlukla aynı kaygılarla, duygularla temsillere ve sanata yöneldi. İnsanlığa ait en eski gömü, mezarlık bulgularına baktığımızda dikkat çeken nokta, hayvan ve insan kemiklerinin özenle ayrı tutulmuş olmasıdır. Aborjinler ölülerini hem yakıyor, hem de kemiklerini yanlarında taşıyorlardı. Kemiklerin ölen kişiyi değil, atalarının ruhunu temsil ettiğine inanıyorlardı. Aborjinler’in yanlarında taşıdıkları kemikler, ata soylarına olan bağın ve sonsuz ruhun temsilcisi idi.  Aborjinler, hala kültürlerini yaşamaktadır. 
Aboriginal pictographs in Kimberley, Western Australia
Aborjinlerin piktografik kaya çizimleri - Kimberley, Avustralya
Tarih boyunca insanlar yaşarken, aynı kaygılarla, aynı mitik duygularla resme-sanata yöneliyorlardı. Modern insan için ölüm, yok oluş olarak korkunç bir deneyim ama acaba homo sapiens’ler için ölüm ne ifade ediyordu?  Homo sapiens’lerdeki gömü/mezarlık işlemlerinde ilk dikkat çeken nokta hayvan ve insan kemiklerinin itina ile ayrı tutulmasıydı. Aborjinler, ölülerini hemen yakıyor, kemiklerini ise yanlarında taşıyorlardı. Kemiklerin ölen kişiyi değil, atalarının ruhunu temsil ettiğine inanıyorlardı. Aborjinler’in yanlarında taşıdıkları bu kemikler, ataları olan tek ve sonsuz bir ruhun temsilcisiydi.  Aborjinler, mülkiyet yapısına sahip olmasalar da, sürü halinde yaşayan insanlar olarak bir ataya ya da soy bağına dayanarak hareket ediyorlardı. 

Medeniyete Geçiş: Ur ve Ziggurat

Buzulların çekilmesinden sonra, M.Ö. 12-10 bin yıl önce ılıman iklimle birlikte Neolitik Çağ’a (Yeni Taş Çağı) girildi. Neolitik çağ ile birlikte tarım başladı, fakat hemen yerleşik hayat gelişmedi, uzunca bir süre yerleşik ve toplacı-avcı yaşam bir arada ilerledi. 3.500 yıl önce Mezopotamya’da sulamalı tarım ve kanal sistemine geçilmesiyle birlikte medeniyet başladı. Tarımının organizasyon ve güçlü iş bölümü gerektirmesi nedeniyle medeniyetle birlikte şehir devletleri (site) kuruldu. Bunların içinde en önemlileri Ur ve Uruk idi, şehrin ortaya çıkmasıyla birlikte Ziggurat denilen tapınaklar yapıldı. Şehir, yerleşik hayat ve nüfus artışı sonrası işbölümü gelişti, devamında tapınaklarla birlikte rahipler sınıfı ortaya çıktı. Bilginin aktarılması ve kalıcılığı zorunlu hale geldi ve yazı gelişi, böylece tarih başladı. Günümüze kalan ilk yazılı kaynaklar, tapınakların önemini gösteren, muhasebe kayıtlarıdır. Kayıtlarda, tapınakların kontrolündeki tahıl stoku ve dağıtımı verilerine rastlanmaktadır. İlk kayıtlar; artık üretimin nasıl paylaşılacağı, kıtlıkla mücadele v.s. amaçlar için tanzim edildi. Tarıma dayalı yerleşik hayat ile birlikte egemenlik mücadelesi ve siyaset başladı. Egemenlik kavgasının nedeni, tarihin her döneminde olduğun gibi artık birikimin saklanması ve paylaşılmasıydı. Artık birikim üzerinde hâkimiyet kurmak için harekete geçen insanlar, devlet, takas ekonomisi gibi kurum ve teşkilatları geliştirdiler. 
Zigurat of Chogha Zanbil, Iran
Ziggurat, İran
Bu dönemdeki diğer önemli gelişme, tunç madeni oldu. Tunç, çinko-bakır karışımıyla elde ediliyordu; üretilmesi ve kontrolü için yoğun işbölümü ve örgütlenme gerekiyordu. Bu sebepler tunç üreticileri zamanla birikimlerini korumak için, örgütlenip silahlı erkeklere dönüştüler. Böylece “rahip” sınıfından sonra, diğer önemli sosyal tabakalaşma “asker” sınıfı ortaya çıktı. 

Barbarlar, Şehir Devleti, Ticaret

Mezopotamya’daki site yaşamı, güçlü devlet organizasyonu ve bürokrasi getirdi. Bu dönemde at, sığır ve domuz evcilleştirildi. Toplayıcı-avcı klanlar, Mezopotamya siteleri ile yakın coğrafya içinde yaşamaya devam ettiler. Ata soyu, kan bağı esasına dayalı bu kabileler, daha saldırgan ve yağmacı oldukları için eski Yunanlılarla birlikte “barbar” olarak anıldı. Akdeniz Havzası-Mezopotamya-Himalaya arasındaki paraleldeki yerleşik topluluklara medeniyet-şehir devletleri denilirken, Kuzeyinde kalan bölgelerdeki Türkler, Moğollar, İskitler v.s. den oluşan topluluklara, “Bozkır Toplulukları” denildi. Bozkır toplulukları, şehir devletleri gibi ticaret yapmak zorundaydı, hiçbir kabile kendine yeterli artık birikimi sağlayamadığı için her zaman ticaret olmuştur. Hatta Cengiz Han ile Moğollar, tarihi İpek Yolu’nun uzun bir dönem hâkimi oldular.

 “İnsan Kurban Etme” Ritüeli 

Medeniyetin ilk yıllarında, tarım öncesinden gelen arkaik hatta arketip insan kurban etme ritüeli vardı. İnsan Kurban etmeyi kanıtlayacak arkeolojik bulgu, ritüelin biçimi nedeniyle günümüze ulaşmamıştır ama konuya dair antropolojik kaynaklar, yazılı metinler bulunmaktadır. Tarıma dayalı ilk toplumlar, Kozmosun devam edebilmesi, denge ve bereket için kurban verilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu amaçla, seçilen gürbüz bir delikanlı yıl boyunca doğanın nimetleriyle iyice besleniyor, tapınak rahibesi ile çiftleştirilip sonra hasat zamanı parçalanıp, parçaları kosmosun ebediyeti için tarlalara serpiliyordu. Sümer Tanrıçası İnanna ve Dumuzi arasındaki efsane, bu inanışın yansımasıdır.
'Queen of the Night' Babylonia Goddess Ishtar or Ereshkigal 'Queen of the Night' - circa 18th century BCE
"Gecenin Kraliçesi" adıyla bilinen İnanna kabartma heykeli, M.Ö. 18. yüzyıl

Medeniyetin Başlangıcında Sanat

Medeniyetin doğuş yıllarındaki sanatta yine belirgin olarak Ana Tanrıca temsili ve izleğini görüyoruz. Fakat yerleşik hayatla birlikte tanrıça figüründe büyük bir çeşitlenme ve değişim başladı. “Lausssel Venüsü” adlı bulguda, tanrıçanın elindeki boğa boynuzundan dönem insanın aritmetik ve ay takvimi hesaplamasını bildiğini söyleyebiliriz. Tarih öncesi dönemlerde Boğa hayvanı, ana tanrıçanın temsili olarak değerli ve kutsal kabul edilmişti. Ana tanrıça figürlerinde yüzünün gizli veya belirsiz oluşu, bu dönemlerdeki birçok bulguda da görülmektedir.
Lausssel Venüsü
Neolitik çağa ait ilk yazılı kayıt olan ambar kayıtlarından, sonra günümüze gelen ikinci bulgu, “İnanna’nın Yeraltına İnişi” adlı anlatı şiiridir. İnanna’nın bereket tanrısı olarak yılın 6 ayı yer üstünde, 6 ayı da yeraltında yaşadığına inanılıyordu. Kurban etme ayinlerinin üst mitik yapısının, İnanna’nın yeryüzündeki yaşamına ve bereketine şükran diyebiliriz. İnanna figürünü, daha sonra farklı isimlerde diğer mitolojilerde görüyoruz.  İnanna bereket tanrısı olarak Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele, Yunan’da Afrodit olarak ortaya çıkmıştır. Paleotik çağdaki ana tanrıça figürü üzerinden yaptığımız genellemeleri, neolitik çağda artık yapamıyoruz, tanrıça figürleri çeşitleniyor ve farklılaşıyor. Ana Tanrıça o kadar kadim bir insan ihtiyacın arayışı ki, hala izlerini sürebiliyoruz.
Venüs heykelciklerinde yüz hatları belirsizleştirilip, kutsal kılınırken; üreme organları, özellikle belirli, hatta abartılı biçimde gösterilmiştir. Ana tanrıca figürlerindeki motivasyon ölüme değil; doğumun gizemine, doğurganlık ve yaradılış mucizesine dönüktür. Neolitik çağ birlikte, farklı kadın figürleri karşımıza çıkmaya başlar. Neuchahel Venüsü, doğurganlık ile yumurtlama arasında karmaşık biçimdir. Ana tanrıçadaki doğum-bereket temsili, Neolitik Çağ birlikte yavaş yavaş aşk ve güzellik kavramına doğru değişmeye başlar. Dönemin önemli temsillerden biri de ”Sürüngen Kadın” figürüdür. Bu süreçte ana tanrıça figürü değişim geçirerek doğurgan hatlardan daha kadınsı, erotik temsile doğru evrilmiştir.
Venus of Neuchâte
Neuchâtel Venüsü
ilk yazılı belgeler olan ambar kayıtlarından, sonra günümüze gelen ikinci bulgu, “İnanna’nın Yeraltına İnişi” adlı şiirdir. İnanna’nın bereket tanrısı olarak yılın 6 ayı yer üstünde, 6 ayı da yeraltında yaşadığına inanılıyordu. Kurban etme ayinleri, bir yanı ile İnanna’nın yeryüzündeki yaşamına ve bereketine şükran idi. İnanna, daha sonra farklı isimlerde diğer mitolojilerde devam etti. Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele, Yunan’da Afrodit olarak ortaya çıkmıştı.

Yılan başlı, sürüngen kadın veya tanrıça heykelciği

Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta