Aborjinler ve Kaya Sanatı
Ekonomi
ve bilginin gelişmesiyle zorunlu olarak uygarlığa geçilmiştir hipotezine karşı Avustralya
yerlileri Aborjinler önemli bir itiraz noktasıdır. Aborjinler medeniyet alanındaki tüm müdahalelere rağmen, kendi
yaşam koşullarını yarı melez ve medeniyet dışı olarak hala devam
ettirmektedirler. Mağaralarda
barınan Aborjinler, kendi içlerinde farklılıklar gösterirken toplayıcı-avcı
sürüler olarak da yaşamaya devam ettiler. Aborjinler, kaya sanatı pratiklerinde çok çeşitli üslup
ve teknikler kullanmaktadır. Peki, Aborjinler neden mağaralarda yaşıyordu? Aborjinler,
Buzul tehlikesi olmamasına rağmen, mağaraları barınak olarak tercih ettiler. Medeniyet
ve yerleşik hayat sürürken bile insanlar zaman zaman mağaralara, izbe alanlara
gidip, resimler yapıyordu. Tarih boyunca insanlar yaşarken, çoğunlukla aynı
kaygılarla, duygularla temsillere ve sanata yöneldi. İnsanlığa ait en eski
gömü, mezarlık bulgularına baktığımızda dikkat çeken nokta, hayvan ve insan
kemiklerinin özenle ayrı tutulmuş olmasıdır. Aborjinler ölülerini hem yakıyor, hem
de kemiklerini yanlarında taşıyorlardı. Kemiklerin ölen kişiyi değil, atalarının
ruhunu temsil ettiğine inanıyorlardı. Aborjinler’in yanlarında taşıdıkları
kemikler, ata soylarına olan bağın ve sonsuz ruhun temsilcisi idi. Aborjinler, hala kültürlerini yaşamaktadır.
Aborjinlerin piktografik kaya çizimleri - Kimberley, Avustralya |
Tarih boyunca insanlar yaşarken, aynı
kaygılarla, aynı mitik duygularla resme-sanata yöneliyorlardı. Modern insan
için ölüm, yok oluş olarak korkunç bir deneyim ama acaba homo sapiens’ler için
ölüm ne ifade ediyordu? Homo
sapiens’lerdeki gömü/mezarlık işlemlerinde ilk dikkat çeken nokta hayvan ve
insan kemiklerinin itina ile ayrı tutulmasıydı. Aborjinler, ölülerini hemen yakıyor, kemiklerini ise yanlarında
taşıyorlardı. Kemiklerin ölen kişiyi değil, atalarının ruhunu temsil ettiğine
inanıyorlardı. Aborjinler’in yanlarında taşıdıkları bu kemikler, ataları
olan tek ve sonsuz bir ruhun temsilcisiydi. Aborjinler, mülkiyet yapısına sahip olmasalar
da, sürü halinde yaşayan insanlar olarak bir ataya ya da soy bağına dayanarak hareket
ediyorlardı.
Medeniyete Geçiş: Ur ve Ziggurat
Buzulların
çekilmesinden sonra, M.Ö. 12-10 bin yıl önce ılıman iklimle birlikte Neolitik Çağ’a (Yeni Taş Çağı) girildi.
Neolitik çağ ile birlikte tarım başladı, fakat hemen yerleşik hayat gelişmedi,
uzunca bir süre yerleşik ve toplacı-avcı yaşam bir arada ilerledi. 3.500 yıl önce Mezopotamya’da sulamalı tarım ve kanal sistemine geçilmesiyle
birlikte medeniyet başladı. Tarımının organizasyon ve güçlü iş bölümü
gerektirmesi nedeniyle medeniyetle birlikte şehir devletleri (site) kuruldu. Bunların içinde en
önemlileri Ur ve Uruk idi, şehrin ortaya çıkmasıyla
birlikte Ziggurat denilen tapınaklar
yapıldı. Şehir, yerleşik hayat ve nüfus artışı sonrası işbölümü gelişti,
devamında tapınaklarla birlikte rahipler sınıfı ortaya çıktı. Bilginin
aktarılması ve kalıcılığı zorunlu hale geldi ve yazı gelişi, böylece tarih başladı. Günümüze kalan ilk
yazılı kaynaklar, tapınakların önemini gösteren, muhasebe kayıtlarıdır. Kayıtlarda,
tapınakların kontrolündeki tahıl stoku ve dağıtımı verilerine rastlanmaktadır. İlk
kayıtlar; artık üretimin nasıl paylaşılacağı, kıtlıkla mücadele v.s. amaçlar
için tanzim edildi. Tarıma dayalı yerleşik hayat ile birlikte egemenlik mücadelesi
ve siyaset başladı. Egemenlik kavgasının nedeni, tarihin her döneminde olduğun gibi
artık birikimin saklanması ve paylaşılmasıydı. Artık birikim üzerinde
hâkimiyet kurmak için harekete geçen insanlar, devlet, takas ekonomisi gibi kurum
ve teşkilatları geliştirdiler.
Ziggurat, İran |
Bu
dönemdeki diğer önemli gelişme, tunç madeni oldu. Tunç, çinko-bakır karışımıyla
elde ediliyordu; üretilmesi ve kontrolü için yoğun işbölümü ve örgütlenme
gerekiyordu. Bu sebepler tunç üreticileri zamanla birikimlerini korumak için,
örgütlenip silahlı erkeklere dönüştüler. Böylece “rahip” sınıfından sonra, diğer önemli sosyal tabakalaşma “asker” sınıfı ortaya çıktı.
Barbarlar, Şehir Devleti, Ticaret
Mezopotamya’daki
site yaşamı, güçlü devlet organizasyonu ve bürokrasi getirdi. Bu dönemde at, sığır ve domuz evcilleştirildi. Toplayıcı-avcı
klanlar, Mezopotamya siteleri ile yakın coğrafya içinde yaşamaya devam ettiler.
Ata soyu, kan bağı esasına dayalı bu kabileler, daha saldırgan ve yağmacı
oldukları için eski Yunanlılarla birlikte “barbar”
olarak anıldı. Akdeniz Havzası-Mezopotamya-Himalaya arasındaki paraleldeki
yerleşik topluluklara medeniyet-şehir devletleri denilirken, Kuzeyinde kalan
bölgelerdeki Türkler, Moğollar, İskitler
v.s. den oluşan topluluklara, “Bozkır Toplulukları”
denildi. Bozkır toplulukları, şehir devletleri gibi ticaret yapmak zorundaydı, hiçbir
kabile kendine yeterli artık birikimi sağlayamadığı için her zaman ticaret olmuştur. Hatta Cengiz Han ile
Moğollar, tarihi İpek Yolu’nun uzun
bir dönem hâkimi oldular.
“İnsan Kurban Etme” Ritüeli
Medeniyetin
ilk yıllarında, tarım öncesinden gelen arkaik hatta arketip insan kurban etme ritüeli vardı. İnsan Kurban
etmeyi kanıtlayacak arkeolojik bulgu, ritüelin biçimi nedeniyle günümüze
ulaşmamıştır ama konuya dair antropolojik kaynaklar, yazılı metinler bulunmaktadır.
Tarıma dayalı ilk toplumlar, Kozmosun devam edebilmesi, denge ve bereket için kurban
verilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu amaçla, seçilen gürbüz bir delikanlı
yıl boyunca doğanın nimetleriyle iyice besleniyor, tapınak rahibesi ile
çiftleştirilip sonra hasat zamanı parçalanıp, parçaları kosmosun ebediyeti için
tarlalara serpiliyordu. Sümer Tanrıçası İnanna ve Dumuzi arasındaki efsane, bu
inanışın yansımasıdır.
"Gecenin Kraliçesi" adıyla bilinen İnanna kabartma heykeli, M.Ö. 18. yüzyıl |
Medeniyetin Başlangıcında Sanat
Medeniyetin
doğuş yıllarındaki sanatta yine belirgin olarak Ana Tanrıca temsili ve izleğini
görüyoruz. Fakat yerleşik hayatla birlikte tanrıça figüründe büyük bir
çeşitlenme ve değişim başladı. “Lausssel
Venüsü” adlı bulguda, tanrıçanın elindeki boğa boynuzundan dönem insanın
aritmetik ve ay takvimi hesaplamasını bildiğini söyleyebiliriz. Tarih öncesi
dönemlerde Boğa hayvanı, ana tanrıçanın temsili olarak değerli ve kutsal kabul
edilmişti. Ana tanrıça figürlerinde yüzünün gizli veya belirsiz oluşu, bu
dönemlerdeki birçok bulguda da görülmektedir.
Lausssel Venüsü |
Neolitik
çağa ait ilk yazılı kayıt olan ambar kayıtlarından, sonra günümüze gelen ikinci
bulgu, “İnanna’nın Yeraltına İnişi” adlı anlatı şiiridir. İnanna’nın bereket
tanrısı olarak yılın 6 ayı yer üstünde, 6 ayı da yeraltında yaşadığına
inanılıyordu. Kurban etme ayinlerinin üst mitik yapısının, İnanna’nın
yeryüzündeki yaşamına ve bereketine şükran diyebiliriz. İnanna figürünü, daha
sonra farklı isimlerde diğer mitolojilerde görüyoruz. İnanna bereket tanrısı olarak Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele, Yunan’da
Afrodit olarak ortaya çıkmıştır. Paleotik çağdaki ana tanrıça figürü üzerinden
yaptığımız genellemeleri, neolitik çağda artık yapamıyoruz, tanrıça figürleri
çeşitleniyor ve farklılaşıyor. Ana Tanrıça o kadar kadim bir insan ihtiyacın
arayışı ki, hala izlerini sürebiliyoruz.
Venüs
heykelciklerinde yüz hatları belirsizleştirilip, kutsal kılınırken; üreme
organları, özellikle belirli, hatta abartılı biçimde gösterilmiştir. Ana
tanrıca figürlerindeki motivasyon ölüme değil; doğumun gizemine, doğurganlık ve
yaradılış mucizesine dönüktür. Neolitik çağ birlikte, farklı kadın figürleri
karşımıza çıkmaya başlar. Neuchahel
Venüsü, doğurganlık ile yumurtlama arasında karmaşık biçimdir. Ana tanrıçadaki
doğum-bereket temsili, Neolitik Çağ birlikte yavaş yavaş aşk ve güzellik kavramına
doğru değişmeye başlar. Dönemin önemli temsillerden biri de ”Sürüngen Kadın” figürüdür. Bu süreçte
ana tanrıça figürü değişim geçirerek doğurgan hatlardan daha kadınsı, erotik
temsile doğru evrilmiştir.
Neuchâtel Venüsü |
ilk
yazılı belgeler olan ambar kayıtlarından, sonra günümüze gelen ikinci bulgu, “İnanna’nın Yeraltına İnişi” adlı şiirdir.
İnanna’nın bereket tanrısı olarak yılın 6 ayı yer üstünde, 6 ayı da yeraltında
yaşadığına inanılıyordu. Kurban etme ayinleri, bir yanı ile İnanna’nın
yeryüzündeki yaşamına ve bereketine şükran idi. İnanna, daha sonra farklı
isimlerde diğer mitolojilerde devam etti. Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele,
Yunan’da Afrodit olarak ortaya
çıkmıştı.
Yılan başlı, sürüngen kadın veya tanrıça heykelciği |
Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme
ve düzenleme: Ahmet Usta