Rölativizm, Genom ve Sanatın Doğuşu


Psikanaliz ve Rölativizm Üzerine Tartışmalar

Psikanaliz ve tarihsel maddecilik görüşünün iddiası; insan yaşamı hakkında her şeyi açıklayabileceğidir. Psikanaliz ve tarihsel maddecilik gibi bütünsel anlatıların karşısında en güçlü tepki görüş, rölativizm/görecelik dir. Görecelik ekolü içerisinde; post-modernist ve post-yapısalcı görüş gibi çok farklı yaklaşımlar bulunmaktır Görecelik bakış açısı içerisinde Derrida gibi özgün ve önemli itirazları da ayrıca değerlendirmek gerekiyor. Görecelik teorisine göre, tarihsel maddecilik ve psikanaliz gibi büyük anlatı ekolleri, aslında anlamlarını, anlamlılıklarını, meşruiyetlerini belirli arkaik geleneklerinden alan yorumlardan ibarettir. Bu itiraza göre, büyük anlatılar, bırakılmış izlerin hakikat olarak yorumlanmasıdır. 1960’lı yıllar birlikte güçlenen ve önem kazan rölativizm, ortak insanlık durumuna cevap verme iddiasındaki akımların son kertede sadece yorum olduğunu ve hakikate ulaşılamayacağını ileri sürüyordu.

Genel anlamıyla tarihsel maddecilik ve psikanalizin karşıtı olarak rölativizm, asıl eleştirisini ilerlemeci görüşlere yöneltiyordu. Rölativistlere göre, tarihsel maddecilik de, ilerlemeci ekolden geliyordu yani aklın, tarih sürecindeki gelişmesinin doğal sonucu olarak uygarlığın oluştuğunu ve geleceği müjdeliyordu. Rölativizm, ilerlemeci ve rasyonalist dünya görüşünün eleştirisidir. Rölativizm, ilerlemeci görüşün müjdelediği akılcılıkla gelen uygarlığın, insanın gelişimi kadar, insanın çöküşünü de getirdiğini göstermeye çalıştı. Bu anlamda Hint uygarlığının güçlü geleneğinin akılcı modernleşme karşısında gerilemesi, hatta yok olmaya yüz tutması, şematize bir uygarlık biçiminin hegemonya göstermesi örnek olabilir. İlerici görüşün savunduğu akılcılık, tarihte iyi yaşam koşullarına sahip ve güç olanların akılcı gelişimini gösterip, destekleyip uygarlık dışı yaşam ve deneyimleri yok sahip, ortadan kaldırıyordu ve bu da görecelik ekolü için ilerlemeci görünen finans-kapitalin siyasi amacının göstergesiydi.

Evrim yaklaşımı ve Genom Bilim

Diğer bir ilerlemeci akım olan evrimsel gelişim bakış açısı ise; doğanın/tarihin/tinin; bizim idrak, eylemlerimizden bağımsız olarak; kendini varlık alına yakın olanları seçip yaşatarak, doğal seleksiyon ile ayakta kalmasını sağladığını, diğerlerinin ise yok olduğunu açıklıyordu. Gerek görecelik, gerek ise evrimsel görüş, söylemlerini sözcüsü oldukları siyasal yapı-kadrolardan alıyor, çok fazla entelektüel bilgi derinliği taşımıyor. Önemli bir gelişmeyi de dikkate almak zorundayız: Genom Bilim ve gelişmeler, evrimsel görüş içinde Neo-Darvinizm diyebileceğimiz bilimsel çalışmalar için çok güçlü veri ve araştırma bulguları ortaya çıkardı ve devam ediyor. İnsanın gen haritası üzerinde yapılan inceleme ve sonuçların getireceği yeni keşifler, ilerlemeci görüşün bilimsel olarak önemini korumasını sağlayacak görünüyor. İlerlemeci görüşün tüm dünyada ilgi ve önem kazanmasında etkili bir başka motivasyon ise, insanlardaki “tarihe yön verme” duygusunu karşılıyor olmasıdır. İlerlemeci görüşün gerçekliğini güçlü kılan bir diğer gelişme ise; nüfus artışı dolayısıyla artan artık birikimdir. 

Sanat nedir?

Bir şeyin sanat eseri olması için ilk önce, insanın, belli estetik birikime sahibi olması gerekiyor. Genelleme yapacak olursak, tarih öncesi eserlerin sanat eseri olarak incelerken,  bugünkü anlamda sanat vasfına sahip eserler, Eski Yunan medeniyeti ile başlamaktadır. Bu anlamda “Yunan mucizesi” denilen gerçeğin temelinin sanatın doğuşudur, diyebiliriz. Eski Yunan sanatından önceki sanat eserlerinin bakmak için değil, gizlemek ve gizlenmek amacı taşıdığını söyleyebiliriz. Tanrıça heykelleri ve mağara resimleri; Yunan sanatı gibi göstermek ve bakmak için açık alanlar sunulmuyor, mağaralarda gibi uzak ve ulaşılması zor alanlarda üretiliyor veya mezarlarda saklanıyordu.

Tarih öncesi sanat ürünlerinin temelinde mahremiyet vardı, ifadesinin altında bugünkü bakış açısından değerlendirdiğimizde gerçek anlamda maneviyatın, hatta dinin yattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sanatın doğuşu kapsamında inceleyeceğimiz eserler, daha çok görsel eserlerdir. Tarih öncesi dönemde işitsel ürünler, müzik konusunda kayıtlar elimizde yok, bu  yüzden sanatın doğuşu sürecini,  görsellik ve bakma üzerinden değerlendiriyoruz. İnsan nedir ve insanlık tarihi nerede başlar, sorusunun kesin cevabına bugün hala sahip değiliz. Araştırmalar ve keşifler devam ediyor, yeni tartışmalar gelişiyor.

Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Rüya Metni: Kadın Yüzlü Yavru Kedi


Onu görüyorum sokağın ortasında, ben bir duvarın kenarındayım. Ona (F) görünmeden, onun güzelliğini izlemeye çalışıyorum. Sonra fark ediyorum, bir binanın hem köşesinde, hem de binanın içine açılan salonunun kenarındayım sanki. Bir sahnenin arkasında, yâda kenarında gibi. O ve diğerleri sokakta bir şey yapıyorlar grup olarak. Ne yaptıklarını anlamaya çalışırken; onun buğday tenine, yeşil gözlerine, soluk ama çekici ve düzgün yüz hatlarına gizli gizli keyifle bakıyorum. Bir takım hareketler yapıyor kalabalığın önünde, ona çok yakışan pastel tonlarda ceket ve bluz var üzerinde. Yavaş yavaş anlıyorum. O, dilsizlere eğitim veriyor yâda dilsizlerle birlikte bir şeye hazırlanıyor, prova ediyorlar. Birden düşünüyorum, Âşık olduğum kadın, dilsizlerle iletişim kuruyor. Pek anlamadığım figürleri, aerobik benzeri, birlikte tekrar ediyorlar; dinginler ve keyifleri yerinde sanki.

Birden O’nun bir süre önce hamile olduğunu ve kedi doğurduğunu öğreniyorum. Evet, kedi doğruyor; nasıl olur diye şaşırıyorum. O, kadın, bir kedi yavrusu doğurmuş. Bulunduğum duvarın kenarında bir yerde, birden yavru kediyi görüyorum, bir daha şaşırıyorum. Yavru kedi sarman kedinin yüzü, tıpkı annesi. Kadın yüzlü yavru kedi. Sonraki şaşkınlık beni daha bi tuhaflaştırıyor. Kedinin babası olan sarman kedi, benim 10 yıl öncesinde sokakta bulup, 1 yıl evde baktığım erkek kedim. Benim yıllar önce ayrıldığım ve çok sevdiğim sarman kedim; yine benim yıllar önce uzaktan sevdiğim ve sadece sevmiş kaldığım kadın ile birleşmiş ve çocuk yapmışlar.

İçim burkuluyor, hüzünleniyorum. İki sevdiğim, benden uzaklarda birleşmişler ve ben onların yanında olamamışım. Son kez, Annesi yüzlü sarman yavru kediye bakıyorum, çok sevimli, patileri arasından bana bakıyor. Göz göze geliyoruz yavruyla, annesi ile göz gelir gibi. Kendi kendime “tıpkı annesi” diyerek, salonun kenarından sokağa çıkıyorum. Sokak artık kasvetli, bunaltı geliyor içime. Duvarda bir konser afişi görüyorum, öylesine bakıyorum, bilet fiyatları çok yüksek.
Nisan 2016

Psikanaliz ve Tarihsel Maddecilik, Arzunun Çaresizliği


Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta



Psikanaliz ve Tarih


Büyük, bütünsel anlatımların yıkıldığı yönünde tartışmaların yapıldığı bir dönemdeyiz. Notların ve seminerin temel amacının, 1960’lardan günümüze kadar parçalanmış yapılar içerisinde, üst bir anlatı, “yeniden anlamlı bir bütün” oluşturma faaliyeti olduğu söylenebilir. 1950’lerdeki bütünsel anlamlandırma, üst anlatı arayışlarının en güçlüsü, ilerlemeci bakış açısıydı. İlerlemeci bakış açısı, çok güçlü entelektüel argümanlara sahip değildi, daha çok, modernleşme girişimleri ve maddi dünya başarıları üzerine kendini odaklaşmıştı. İlerlemeci görüş temel olarak, dinin gerilemesi ve aklın yükselmesi hareketini savunuyordu ve seküler dünyanın evrenselliğinden bahsediyordu. İlerlemeci teorinin temeli, insanın özünün akıl olduğunun işaretlenmesiydi. İlerlemeci bakışa göre tarih, insandaki akıl yapısının gelişerek akıldışı yanlarını bertaraf etmesine dayanan uygarlık ile açıklanıyordu. Mesela, görücü usulü evlilikten, sözleşme usulü evliliğe geçiş, tarih içinde akılın gelişmesi sonucu oluşan doğal bir değişimdi.

İlerlemeci görüş, tüm fenomenlerin akıl ve akıldışı arasında gerçekleştiğini savunuyordu. İlerlemeci görüş göre akıl, ilerleme sonucunda bir noktada hakikate ulaşacaktı. Bu bağlamda ilerlemeci görüş, akla olan bağlılığı ile rasyonel, hatta ütopyacı dünyayı müjdeliyordu. Fakat ilerici görüşün teorik olarak en zayıf yanı, insanının akıldışı yanını açıklayamamasıydı, kabaca Nietzsche’nin akıldışı varlık olarak insan sorularına cevap verebilecek entelektüel yanlışlanamaz cevapları yoktu. Homo Sapiens’in kabaca 50 bin yıllık tarihinde, insanlığı ilerlemeci kılan akıl değil, belki de, ontik aciziyet haliydi. 1950’lerde akılcı teori neredeyse, Amerikan yaşam biçimini kabul eden gizli bir hegemonya ile rasyonel yaşam kalıplarını dayatıyordu. Kabaca bu yıllarda herkes neredeyse Hollywood filmlerini izliyor, yaşam biçimleri standartlaştırılıyordu. Karşıt olarak gelişen sosyalist dünya ve yaşam ise, kendi sorunları ile yaşam bulmaya çalışıyordu. İki kutuplu dünya hali, 1960’lı yıllarda kaldı ve günümüzün pratik gerçekliğinde pek fazla anlam taşımıyor, tabi ki benzeri dünya görüşleri örneğin Stalinist dünya pratikleri, dogmatik ve değişen koşullarda, lokal olarak devam ettirilebiliyor.

Tarihsel Maddecilik

Günümüzde, büyük anlatı olarak, dünyayı anlamlandırma ve şekillendirme projesi bağlamında, iki görüş kaldı: diyalektik materyalizm ve psikanaliz. Bu iki büyük teorinin de, doğruluğu ve pozitivist etkinliği tartışılır. İki görüş de, dil olma iddiasındadır yani yaşamı anlamlandırma ve dönüştürmeyi hedeflemektedir. Diyalektik materyalizm veya marksizm ve psikanaliz, hayatın tüm fenomenlerini anlamlandırma olanağı verir ama doğrulana bilinirlik iddiaları özü itibariyle yoktur.“akıl sahibi varlık olmak” bu iki görüşün, tarih sahnesindeki insanı anlama için temel aracıdır. Fakat diyalektik materyalizm ile psikanalizin insan aklı ve tarihi işaretleme özü, teknik olarak farklıdır. Diyalektik materyalizm ya da kısaca Marksizm, emek ile insan praksisini işaret eder. Tüm tarihsel süreçler emek ve akıl arasındaki etkileşimde gelişmektedir. Marksist teorinin gerçeklik için temel anlatı gücü, emeğin oluşumundaki “artık üreten emek” kavramıdır. Teorinin pratik incelemesinde, akıl ile tarihi oluşturan insan emeği, bu değişimi artık üreterek, ihtiyaçtan fazlasını üreterek sağlamıştır. Tarih, artık artı değer sonucu ortaya çıkan nesnelerin hangi koşullarda saklanacağı, bölüşüleceği kavgasının, yani sınıf mücadelesinin tarihidir. Artık oluşturan insanlar, böyle tabakalaşmaya, şehirleşmeye, çıkar grupları ve yeni üretim araçları geliştirmeye başlamışlardır.

Sadece insan, canlı türleri içinde emek üzerinde artık, birikim üretebiliyor. İlk insan topluluklarının toplayıcı-avcı dönemde, Potlatch kavramı bize yol gösterici oluyor. Toplayıcı-avcı döneminde ilk insansılarda, besin fazlasının oluştuğunu, çalışma sürelerinin neredeyse bugünlere kıyas ile haftalık 8-10 saat olduğu tahmin ediliyor. Potlatch kavramı ile incelenen bu dönemde ki şuanda dünyanın bazı izole kültürlerinde hala yaşanmaktadır, önemli olan birikimin, artığın saklanması, paylaşımı ve tüketilmesi sorunuydu. Artık, birikimin oluşması ile eşitsizlik başladı ve toplumsal tabakalaşma oluştu.

Potlatch kavramı üzerine en yetkin çalışma; Bataille’in Lanetli Pay adlı kitabıdır. Bataille’in kitabının asıl önemi, konuya Marksist olduğu kadar psikanalist bakış açısından da inceleyebilmesidir. Kitapta, artık oluşumu, birikim; insanın lanetli payı olarak tanımlanmıştır. Psikanalizin, akademik ve pratik dünya arasındaki çatışmanın üstünde bir yere ve dile sahip olması, onu güçlü kılmaktadır. Psikanaliz şuanda, akademik olarak insan bilimlerde üst anlatı olarak görmezden gelinemeyecek bir yöntem olarak varlığını sürdürmektedir. Gündelik hayatta, ekonomik-finansal dağılımdan sinema eleştirisi yazılarına kadar her alanda dolaylı ya da direk olarak kullanılan bir anlamlandırma yöntemidir. Psikanaliz, büyük anlatı olarak tüm yaşam fenomenlerine dair değerlendirme yapma olanağı, bazen de sorunlu olarak kolaylığı sağlar. Psikanaliz, tıpkı Marksizm gibi sadece gerçekliği anlama değil, yaşamı değiştirme, revizyon iddiası da taşımaktadır.

Pratik olarak ise psikanaliz, terapi deneyimi olarak son yıllarda büyük güç kaybetmiş, yerini daha çok dinamik-bilişsel terapi ve psiko-analizlere bırakmıştır. Özgürleşme beklentileri ya da kendini gerçekleştirme eylemleri olarak psikanaliz terapileri çok az olumlu sonuçlar vermektedir. Marksizm, emeği işaret ederken, psikanaliz arzuyu işaret eder. Psikanaliz düşünce, insan varlığının arzu karşısındaki çaresizliğini inceler. Buradaki arzu ile kast edilen fiziksel ihtiyaç, açlığın doyurulması değildir. İnsan nasıl emek ile artık, birikim yapıyorsa; arzu ile de devamlı eksiklik, çaresizlik yaratmaktadır. Emek ve arzu arasındaki insanın asıl ortak paydası ise, diğer canlılardan faklı olarak “ölümlü olduğunu bilme” çaresizliğidir.

Arzunun Çaresizliği


İnsan için her doğum, primatlar dünyası (şempanze, goril) ile karşılaştırıldığında erken doğumdur. İnsanın, diğer primat canlılarla karşılaştırıldığında ortalama olarak 25 aylık gebelik süresi sonrasında dünyaya gelmesi gerekirdi. Tarih boyunca genelleme olarak, bebek doğumlarının %50 ölümle sonuçlanmıştır, bu ölüm oranlarında hastalık ve bakım koşulları değil, insanın doğum sonrasında anatomik olarak ölümü tercih etmesi yatkınlığı etken olmuştur.
Arzunun temelinde doyurulma değil, uyarılma vardır. Arzu, uyarılmayı devam ettirme isteğidir. Açlık doyurulmayı, arzu ise uyarılmayı hedefler. Arzu doyurulmayı ertelemek, heyecanlılığı devam ettirmek ister. İnsanın çaresizliğinde, arzuyu ve beraberinde heyecanı devam ettirme isteği karşısında sınırlı olmak çaresizliğidir. Arzu, sembolik olarak, tekrar anne rahmindeki kadir-i mutlak anı/anları yaşamak isteğidir. İnsanın arzu karşısında çaresizliği ve ölümlük ile sonlanma hali; devlet, sanat, seks ve benzeri tüm fenomenleri yönlendirmiştir. Sonuç olarak tarihin oluşmasında fiziksel doyum arayışları değil, birikim ve arzu nesneleri karşısında çaresizlik ile sonsuz heyecan isteği temel enerji olmuştur.

Homo Erectus Lucy -  fosil  kalıntısı
Homo Erectus Lucy -  fosil  kalıntısı

 “Yaşam Tatminkârdır” Yanılması


İnsan bebeğine gelişim evresinde, rahim içi huzur ve tam tahmin ortamının benzeri sağlanmadıkça, yaşamayı kabul etmeyecektir. Tüm dünyada bebek bakımı ve eğitimi, rahim dışı hayatın tıpkı rahim içi kadar tatminkâr olduğu yanılsamasının öğretilmesinden geçer. Bebek bu gelişim evresinde kendisini bir dünya olarak hisseder, yer, içer, dışkılar. Yasa dünyasına geçene kadar bebek, rahim içi huzuru, rahim dışında da bulduğu yanılsaması, yalanı ile yaşar. Homo Erectus, yani bize en çok benzeten insansılar, ayakları üzerinde dik duruyorlardı ve en önemli örneği 1970’lerde Afrika’da bulunan Kadın fosil, Lucy (AL 288-1) idi. Anne, dünyanın huzurlu ve tokluk hissi veren bir dünya olduğu yanılsamasını bebeğe öğretip, bebeğin yaşama bağlanmasını sağlar. Bu bağlamda, “Cennetten Kovuluş” imgesi, insanın doğum travmasını işaret etmektedir. Bir bebek ister iyi, ister kötü şartlarda bebeklik geçirsin, eğer yaşıyor ise, annenden “yaşama bağlanma yanılsaması eğitimi”ni almış demektir, yoksa bebek anatomik yapı olarak ölümü tercih edecektir. 

İnsan bebeği, doğum sonrasında tüm dilleri konuşacak çok sesli yetiye sahiptir, bu ses çıkarma yetisi, başka anne olmak üzere yaşanılan bölgenin dili ile sınırlanır ve zamanla sadece anadil içinde olgunlaşır. Bebeklik döneminde, ruhsal gelişimin tamamlanması için 3. Bir figüre yani babaya ihtiyaç vardır. İnsan, yaşam motivasyonu olarak, yanılsamalara inanmak ve dünyanın kendine yetmezliğinden kaçınmak zorundadır. 

Rüya Metni: Kolombiya Tatilinde Çapraz Ateş


Kolombiya’dayım, Mizan ile birlikte kaldığımız otelin önünde bir gariplik var, pek tehlikeli gözükmeyen bir timsah kapıda bekliyor, yanında bir kulübe ve yaşlı bir bekçi, adama bu havyan niçin burada diye soruyorum, istihbarat ekibinin bir parçası olduğunu söylüyor, “bu havyan nasıl askeri güvenlik yapabilir?”  diye düşünüyorum. “Bizim çok güçlü bir askeri veraset var diyorum” sonra kendime kızıyorum utanılacak askeri veraseti burada “memleketimin gururu” diye anlamak büyük salaklık deyip susuyorum. Timsah başını kaldırıp bana bir bakıyor, yaşlı adam timsahın kulübe içindeki bir böcek/jammer sinyal kesici ile özel saldırı için tanımlı olduğunu söylüyor. Kafamı çevirip sokaklara bakıyorum, esmer yılan gibi kıvrak dolaşan orta yaşlı Latin dilberleri dışında, her yani leş ve suç akan bir şehirde böyle bir güvenlik sistemi var mı?” diye şaşırıyorum. Latin kadınlar candır, diyorum kendime ve kalçalar olamasaydı medeniyet olmaz diye kendimce akıl yürütüyorum yürürken.

Mahallenin köşesindeki toplantı alanındayız, Mizan ile birlikte kalabalığın içinde, gençlerle birlikte akma hazırlıklarındayız, aklımda şehrin daha işlek gece hayatı noktasına gitmek ve zevke boğulmak var. Sonra, iki tane ellili yaşlarda kadın geliyor, yolun kenarındaki diskoya girmek için ama daha sokakta kopmaya, oynamaya başlıyorlar, konuşunca Rus olduklarını görüyorum fakat ne Rus güzelliği ne de zarafeti var. Sonra bana, Türkçede bir şeyler söylüyorlar, “dünya ne kadar ufak” diyorum kendi kendime, bir tanesi elimden tutup içeri çekiyor, tamam geliriz diyorum. Mizan’a dönüp “ben otele dönüp giyineyim, bu diskoya girer bir ortam bakarız, ama son akşamımız sonra çıkar asıl sağlam  mekana gideriz, ben gelmeden sen içmeye başla, bu akşamın sonunda pompa kesin yapmalıyız” gibi şeyler söylüyorum. Sokağın köşesini dönüp, ana caddeye çıkıyorum, gün batmak üzere, günbatımı/sunset ışık, tam karşımda gözlerime vuruyor, muhteşem bir sepya sarıdan kırmızıya pastel renklerin içerisinde beden ağrılarımdan uzaklaşıp dinçleşiyorum.

Ilık bir hava, ama yolda Latin afet dilberler görünmüyor, daha çok seyyar satıcı, çakal çukal tayfa, fakat  onlarda gözüme güzel geliyor, hayat olası ve makul gidiyor benim Kolombiya günümde. Karşı kaldırımdan bir simitçi, “nerelerdesin gözükmüyorsun” diyor, “gecelere akmaya çalışıyorum” diyorum, gülüşüyoruz. Kadıköy’ün çok kazanan 20 yıllık simitçisinin Kolombiya sokaklarında ne işi var diyorum bir an ama sonra, Latin dünyasında gerçek ince bir zardır, yırtar ve  atar üzerinden diye düşünüyorum, sonuçta ekmek parasına buralara kadar gelmiş olabilir?

Yolun ortasındayım, karşından simsiyah spor bir araba geliyor ve içinden bir adam elinde otomatik silahla rahat rahat iniyor, bir silahlı saldırı olacağını anlıyorum, insanlar caddede sağa sola kaçıyor, ben kaçmıyorum. “Canlı bir ölüm görmek” istiyorum, gerçek ölüm görmenin çok zevk vereceğini hissediyorum, hem merak hem de öfkeyle birileri ölsün istiyorum. Kenarda beklemeye başlıyorum, bana bir şey olmaz “dayım, sağlam ceza avukatı” rahatlığındayım.

Suikastçı, yolun karşı tarafındaki sanırım, Mercedes aracın yanına gelip üçayaklı bir sistemin üzerine otomatik silahın düzeneğini hazırlıyor. Arabadaki adam kaçmıyor, hatta rahat tavırla arabadan iniyor, silahlı adamla konuşmaya çalışıyor. Adam, takım elbiseli siyah güneş gözlüklü tipik bir Latin ve sakin, saldırıya hazır gibi, cesur hareketlerle konuşurken ateş başlıyor, o da silahını çekiyor ama ilk kurşundan yüzüne geliyor. Adamın, yanakları parçalanıyor, elleri ile can havli yüzünü tutuyor, yere düşen yanaklarını toplamaya çalışırken sırtına aldığı kurşunlarla yere yığılıyor, paramparça oluyor, zevkle izliyorum.

Burada kadar film izler gibi rahattım ve keyifle önümdeki suikastı izliyorum ama birden arkamdan ateş açılmaya başlıyor, bir çapraz ateşin ortasında kalıyorum, korkmaya başlıyorum. Hemen yanımdaki arabanın dibinden adamın biri seri halde ateş ediyor geriye doğru kaçamıyorum, önümde de karşıt grubun mermileri havada uçuşuyor ve ortada kalıyorum. Kurşunlar uçuşuyor, patlamalar oluyor, kulağım gürültüden sağırlaşıyor, can derdine düşüyorum. Yüzlerce mermi şans eseri, beni ıskalıyor ama sonumun geldiğini hissediyorum, birazdan bir-iki serseri mermi beynime saplanacak korkusuyla kaçacak delik arıyorum. Hiç çıkış bulamayınca direk yere yatıyorum, önümdeki arabanın altına giriyorum ve ölüm gelmek üzere nefesim kesiliyor. Aklıma birden, benim doğumumdan önceki 1 Mayıs 1977 Taksim kitle imhası geliyor, “bende o şekilde gidecem bok yoluna” diyorum. Aslında korkum “yaşanmamış gençlik” ve aşk gibi nefsi tatminlerin ölünce bitmesi, yoksa gözlerimin önünde havai fişekler gibi patlayan kurşun ve şarapnellerden pek korkmuyorum. Ve belki de istiyorum ama ölüm değil yokluk dayanılmaz korkutuyor. Sarsılıyorum.
Şubat 2013

Rüya Metni: Gölge Gövde, Karabasan

Garip yollardan geçip, Hoca’nın ofisine geliyorum. Şimdiki ofislerine benzemekle birlikte orası değil. Hoca ve ekip toplanmış, konuşuyorlar, bir başka odada yatak üzerinde tıklım tıkış uyuyan bir ekip daha var. Mutfağa geçince hocayla karşılaşıyoruz, kalabalık ve hareket akıyor, bilmediğim insanlar, yeni yüzler, görüyorum.

Hoca, holde “sandalyeyi al gel” diye bana sesleniyor, holün ampulünü değiştiriyor, yükseklik olsun diye sandalyeyi götürüyorum. Kalabalığın içinde dolanıyorum, hoca yine önümden geçip diğer bir odaya yöneliyor. Arkasından bakıyorum, şaşırıyorum, hocanın kalçalarının ne kadar ufaldığını görüp, kalçalardan yükselip tüm vücuduna bakınca hocanın değiştiğini, kadın olduğunu fark ediyorum. Hoca, elli yaşlarında, tanımadığım, kumral kısa saçlı sanki akademisyen bir kadına dönüşmüş. Kadın bana dönüp karşıya, Anadolu yakasına taşınacağını söylüyor, bana “çantan var mı yanında?” diye soruyor. Taşınma için yardım istiyor, “çantam yok ama yardım ederim” diyorum sonra boşluk oluşuyor, Karabasan başlıyor.

Sanki yine aynı ofis ortamındayım ama mekân, doğaya dönüşmüş. Boyumdan yüksek çalılar, fidanlar, filizler aralarında gövdesi kocaman ağaçlar. Gün ışığını kesen seyrek ama iri ağaçlar, mevsimi belirsiz bir orman ve tuhaf sesler. Yerde yatıyorum ya da yere yakın çömelmiş ne yapacağımı bilmeden, çevreyi kolaçan ediyorum, nerede olduğumu ve ne olduğumu anlayama çalışıyorum. İlerlerde bir aslan yavrusu görüyorum, vahşi ortam ama aslan yavrusu çok sevimli çevrede dolanıyor.

Mekânın renkleri yeşilin koyusuyla, sabah gün doğumu çığ mavisi arası koyu renkler ve sert tonlar. Dünya kasvetli ve ben tedirginim. Çevrede vahşi hayvan sesleri duyuyorum, bir yandan da bir ev rahatlığı ya da güvenini hissediyorum, görüntüsü tedirgin edici olsa da, sükûnetim var. Vahşi hayvanlardan bir tanesi görünmeden çevremde dolaşıyor, aklıma çakallar geliyor, bana saldırmak için hazırlanıyor, ne olduğunu anlayamıyorum, Çakal aranıyor.

Yere uzanmışım, bir şey bacaklarımda dolanmaya başlıyor ama göremiyorum.  Sadece bir silüet görüyorum. Dünya, artık gözümde renklerini yitiyor, ışık yoğunluğuna dönüşüyor. Açık ve koyu tonlarda ışık hareketleri görüyorum, renkler kayboluyor, nesnelerin sadece konturlarının hareketini görebiliyorum. Vücuduma temas eden şeyin, hayvan mı insan mı olduğunu anlayamıyorum, hareket edemiyorum, gövdelerimiz bu yabancıyla çakışıyor.

Kafamda ölüm korkusu başlıyor… Bir taraftan, “Bu bir karabasan ama bu sefer yenecek fizik gücüm var” diye biraz rahatım, ama vücudum yorulmaya başlıyor. Garip şey, üzerime abanıyor, bir kısmı sanki gövdeme giriyor, ellerimle itiyor, yumruk atıyorum. Sadece hareket eden bir silüet, garip bir form, bir şeye benzetemiyorum. Tüm vücudumda baskısı artıyor, nefesim kesilmeye başlıyor. Fiziksel acı yok ama gücüm azalıyor, boynundan ısırıyorum, ileri geri boğuşuyoruz, direncim azalıyor. Dövüştüğüm yabancı canlıdan, garip sesler geliyor, bir şeyleri vücudumun içine sızmaya çalışıyor, debelenerek çıkarıp atmaya çalışıyorum. Yaratığın sesi; uğultu, hırıltı, sevişirken inleme, ağlama, uluma ve böğürme benzeri garipleştikçe garipleşiyor. Bende, bu ucubenin çıkardığı tuhaf seslere benzer sesler çıkarıyorum. Ölümüne dalaşıyoruz.

Birden bu şekilsiz canlının, abim olabileceği aklıma geliyor, olabilir mi? Kafasını burkuyorum, artık onun da gücü tükenmeye başlıyor. Sonra, sınır nokta geliyor. Ucube vücudumun üstünde ve içime işlemişken can havliyle gücümü toplayıp, şekilsiz varlığı üzerimden fırlatıyorum, kurtuluyorum. Gölge gövdeyi üstümden fırlattığım anda, karabasandan kurtulup yatakta ter içinde uyanıyorum.
Aralık 2012

Rüya Metni: Sevgiliyle Yolculuk


Metro veya tren benzeri bir toplu taşıma aracıyla seyahat ediyorum. Sol yanıma dönüp camdan dışarısını seyrediyorum, nerede olduğumu bilmiyorum. Puslu bir sonbahar günü hava kasvetli ama benim için huzur verici, hoş ve puslu havalarda güzeldir. Bilmediğim şehrin içinden geçerken binalarına, yeşil alanlarına, yollarına bakınıyorum, çok az insan var şehir yaşamı sakin; bu resim hoşuma gidiyor.

Sonra birden yanımda birisi olduğunu fark ediyorum, dahası hatırlıyorum, sağıma dönüyorum. Kolumun altından kıvrılmış, uzun saçları üstüme dökülen esmer bir kadın. Sol elimin, ellerinde olduğunu görünce anlıyorum: Sevgiliyiz. Başını göğsümden kaldırıp, bilenen o en yakından noktadan gözlerime bakıyor, güzelliği içimi eritiyor, nefesim güçleniyor, şimdi safi mutluyum. Zarif bir yüzü, alımlı vücut hatları, pastel koyu tonlardaki çekiçi bir giyimi var. Hiç konuşmuyoruz, hiç konuşmuyor. Hiç konuşulmayınca mutluluğum huzura kayıyor, çoğalıyoruz. Kendimi çok huzurlu ve dinmiş hissediyorum. 

Dinginim, aracın nereden geldiği ve nereye gitti önemli değil, zamanı büküyorum. Yer değil, yanımdaki kişi önemli her şey sakin ve münasip, işte öyle. Bir olduğumu hissediyorum, artık bütünüm diye kendimce düşünüyorum, karşımızdaki boş koltukların üzerinden dışarıya bakıyoruz. 

Sonra taşıt görevlisi geliyor, bir şeyler söylüyor, bir şey istiyor benden, keyfim kaçıyor. “Ne eksikliğim olabilir ki” diyorum kendime, her şeyim tam olduğuna eminim, ayağa kalkıp biraz ileriye adamın yanına gidiyorum. Kimliğime, biletime bakıyor, anın güzelliğini bölen gereksiz bürokrasi beni sinirlendiriyor. Adam evraklara bakıyor, başımı çevirip koltuğuna oturmuş beni bekleyen kadına bakıyorum. Yine konuşmadan, sevabını bozmadan bana bakıyor, cazibesinin yanında zarafeti nefesimi kesiyor.

Evraklarda bir şey bulamayan adam gidiyor, sevgilime doğru dönüp yürürken birden camdan dışarısını tanıyorum, beynimden vurulmuşa dönüyorum: araç Kadıköy’e gidiyor. Kendi kendime kızıyorum, şaşırıp kalıyorum, “Kadıköy’e ve şehre dönersem bu ilişki olmaz” deyip canım sıkılıyor, bütün huzurum ve dinginliğim bozuluyor.

Rüya Metni: Galata'da Aşk


Rüyam bir parkta başlıyor, öncesi belirsiz. Ne olmuş bilmiyorum, yanımda arkadaşım Mizan ve karşımızda iki tane 20'li yaşlarda kız var; parkın çimenleri üzerinde ya bir şeyi bitirmiş ya da devam edecekmişçesine duruyoruz. Sonbahar günü, hava kapalı ve puslu; kızlarla vedalaşır gibiyiz. Kızlardan biri, bana yaklaşıyor ve yanaklarımdan öpüyor; dayanılmaz tenin çekiciliğine kapılıp, hafif meyil vererek dudaklarının kenarından öpüyorum. O da davetkâr biçimde öpüşmeyi devam ettiriyor ve müthiş haz başlıyor. Sarılıyoruz birbirimize, elimi beline doluyorum. Yüz hatları çok orantılı, teni duru güzellikte; kumrala yakın esmer çekiciliği yüzüme vuruyor. Ortadan ayrılmış ensesine uzanan kısa ve düz saçları var. Burnu ve yanakları, yüzünün diğer hatları ile uyumlu. Dudakları kırmızı ruj ile daha ortaya çıkmış iştahlı ve ıslak ıslak değiyor dudaklarıma, sonra da dişlerime. Gözleri, mavi gözleri güneş gibi çekiyor beni.


Mavi gözlü kız, daha da ileri gidiyor parkın orta yerinde, elini belinim altına indiriyor ve kamışıma atıyor; derin derin okşuyor ve sertleşiyorum. Şaşkın ve çok mutluyum bu davete; icap ediyorum. Malafatım karşıdaki palamut ağacı gibi, dimdik parkın ortasındayım. Sarılarak birbirimize ve öpüşerek parktan çıkıyoruz tanımadığım seks öznesi ile...


Diğer kız ile Mizan önden hızlıca yürüyorlar; arkalarından sarıla öpüşe biz geliyoruz. Mizan, dönüp bana bakıyor, “bu temaşa bana uzak” gibilerinden halimizi, donuk bakışlarla süzüyor.

Yokuş aşağı inerken fark ediyorum ki, Galata Kulesi çevresindeki ara sokaklardan aşağıya, Karaköy iskele meydanına doğru iniyoruz. Ama inerken, benim şehvetim gittikçe yükseliyor; kalçalarını okşuyorum yanımdaki dilberin. Durduruyorum yolun ortasında, yüzünü iki elimin arasına alıyorum; saçlarını okşayıp, minik burnuna burnum ile dokunuyorum; orantılı yüz hatları ile çekiyor beni kendi içine. Mavi gözleri, benim gözlerime amade bakıyor; işte efsane. Yine öpüşmeye başlıyoruz ıslak ıslak, dudaklarından Tarçın tadı alıyorum tane tane.

Yokuştan aşağı akıyoruz, kız “Ben burada oturuyorum, eve gitmem lazım”  diyor, “Hayır, ayrılamayız; bir saat daha benle kal. Baş başa kalacağız.” diyorum ısrar ve heyecanla. Mavi gözlerini ikna ediyorum, daha sıkıca beline sarılıyorum,  bu kez de Galata yokuşunu çıkmaya başlıyoruz. Aklımda Taksim’e çıkmak var. “bi palas vardı, tanıdık yer. Oraya gideriz, baş başa kalırız.” diye içimden plan yapıyorum, hedef belirliyorum. Tenha bir sokakta tutkudan dayanamayıp yere yatırıyorum Aşkım’ı ve yerlerde yuvarlanarak sevişiyoruz. Bir ara, o benim üzerime çıkıyor; mavi gözleri ile üzerimde, kenarlardan açık gökyüzü ve Bulut bana bakıyor. Bu güzel an, arabanın sokağa girişi ile bozuyor; ayağa kalkıp hedefe doğru yürümeye devam ediyoruz. Yaklaşıyoruz bildiğim Palas’a doğru, yine şehvet ile dudaklarını öpüyor, kalçalarını okşuyorum. Birden mavi gözleri, gözümün önünde büyüyor; önümdeki dünya denen manzara onun mavi gözlerinden bir denize dönüşüyor, arzularımın zirvesinde, düştüğüm gözlerde coşkuya boğuluyorum.

Hazzın içindeyim; ama birden, hiç istemeyeceğim şeyler oluyor. Önce mavi gözler, kayboluyor önümde; sonra mekân ve zaman siliniyor göz perdemde. Öfkeleniyorum, “Kahretsin, bitmemeli bu buluşma. Daha kavuşamadım sana Aşkım, tek parça olamadık. Yoksa, bu bir rüya mı? Bitmesin, ne olur bitmesin!” diyorum panik içinde kendi kendime. Aşkım, elimden kayıp gidiyor ve uyanıyorum.

30 Aralık 2016 


Oda'dan

Son görüşmemizin üzerinden aylar geçtiğinden selam vermek için odanızın kapısını açınca çok şaşırdım, oda bomboştu. Hayır, bomboş değildi, temizlenmişti, sadece yerde az kullanıldığı halinden belli sabit telefon ve bir sarı çakmak kalmıştı. Hatıra kalmaya cilveli sarı çakmağı aldım.

Görüşmelerimiz, aslında isminizi tavsiye olarak öğrendiğim on yılların çok sonrasında başladı, biliyorum: Geciktim. Odayı birden boş bulunca, boş bulundum, kısa süreliğine boşa kaldım. Hissiyatımın evveliyatı, 12 Eylül’deki makro darbenin sonrasında, kendi yaşadığım mikro darbemin 1982’deki retrospektifiydi. Beklenmedik bir anda, ilk ve ana izleğimi kaybetmenin sadece naif bir tekrarıydı hissettiğim.

Ve o an, bir kez daha anladım ki ya da öğrendim, halis bir yara; iyileşmek için elzemdir belki de. Aynı beklenmedik gidiş ve boş oda görünümü; mırıl mırıl ve şırıl şırıl matemimde bu sefer şükran ve gönül ferahlaması verdi ellerime, idrakime.

Odada yaşananlar ve hayatı yaşayamamak direncimin patolojisinde güdük kalmış arzum ve devamında kendi içimizde geliştirmiş olduğumuz iletişim modelimiz. Esnaflığın asgari olduğu, neredeyse ahbaplık edercesine paylaş. Konuşarak anlaşılabilineceğini sizden öğrendim, daha bir sürü şey.   “öğrenmeye ne zaman başlayacaksın, çok yalnız büyümüşsün, ama görünür bir arzu yok, iş yapmak herkese zor, evet! Babanı sen öldürdün, bu sefer kadın senden korkmuş olamaz mı? sadece senin değil benim de şeyime kaçtı, bir çıkışın olacak ama vicdan hiç bitmeyecek, hepimiz anneciyiz, cennet de cehennem de burada!”
Günbatımı İzilenimi - Monet (Impression Sunrise-1872)
Son büyük eylem planınızın karmaşıklığında ve paranın gözü kör olsunluğunda, dedim ki” en azından hoş seda olur” siz dediniz ki “tabi ki, gök kubbemizde”. Öyle yada böyle haylaz bir münevver olarak gönlümde taht kurmuştunuz, mükemmel değildiniz, zaten kimsede mükemmel biri aramıyordu. Mükemmel, belki mabette olur. Kimse, tamamlanmasın, tarihe şerh olarak hep bir eksik, hep aralık olalım, kişiye göre.

Sizden odada kalmış çakmağı saklıyorum, hiç böyle hediye almamıştım, alanda verende kendimim, kendi kendine memnun. Çakmak elimde iken, tüm bayağı belden aşağı kalıplar aklıma geldi, “sana bir saat çakmak lazım” çocukluğumda gülmemiştim ama 1 saat önemli; iletişim biçimimiz ve çakmakla beraber manidar. Fi tarihinde “akılımda kalmasın” diyerekten hediye olarak sarı laleler ve sarı kehribar kolye verdiğim, sarı çizgili etekler  kadın aklıma geldi. Kadın dedim ama adı maalesef hala aklımda? Kadın hediyeyi almak istememişti; temiz bir hakir görüş, medenice hani Medine’den gelen. Neye niyet sarı lalelerden, kime kısmet sarı çakmağa. Derdim ve dert ortağım tütünün hamisi bu sarı çakmağı; bana karşı bitmeyen sabır ve davetinize karşılık alıyorum. Müziği, yaşamın içinde zaman ile ontik bağında hisseden gönlünüze, saygılarımla.

Yazının sonunu komiğe bağlamak hoş olur sanki:

“Hayatta şuana kadar gördüğüm en önemli fenomensiniz, yani asılında, keşke bunu bir kadına söyleyebilseydim ama fırsat vermiyorlar. A.S.’lerimini!!!” dediğimde bıyık altı gülüşünüz, ki bıyığınız yok o zaman daha bir American lifestyle oluyor, beni de hayli keyiflendirmişti. Şuanda hem “bir kadına” diyememenin hicranını (diyemedim ya laaaa!), hem de gülüşmemizin halis neşesini tek bir kapta eritiyorum. 
Sonuç: Sıkıntı yok…

Rüya Metni: Yeteneğim Keşfediliyor


Bilmediğim bir mekânda sanırım stüdyoda, ferah ve geniş bir yerdeyim, çay demliyorum. Servis hazırlıklar içerisindeyim, bardakları, fincanları hazırlıyorum, etrafı düzenliyorum, koşuşturuyorum. Yan tarafta stüdyo ya da çekim platosu benzeri alan ve içerisinde yoğun kalabalık var. Ne yaptığımı tam bilmesem de, mutfakta hazırlık yaparken, kendimi anlamadığım bir sebepten dolayı çok huzurlu hissediyorum.

Bir süre sonra, bulunduğum yere yan bölümdeki kalabalık geliyor, mekân neredeyse çarşı kalabalığına dönüşüyor. İşimi daha ileri götürmeye başlamışım, bardakları kişi isimlerine göre ayırmışım, insanlar keyifle içeceklerini içiyorlar. Kalabalık hızla hareket ediyor.

Geçiş... Yine aynı mekânda bu sefer koridorlarda buluyorum kendimi, yine ne olduğunu bilmediğim bir şeyi bekliyorum, beklerken ileri geri telaşla yürüyorum, volta atarken sabırsızlanıyorum, tuhaf bir tedirginlik içindeyim. Okan Bayülgen’in show programının yapımcısı olduğunu bildiğim bir kadını - ki nereden bildiğimi bilmiyorum - tuvalette klozete otururken görüyorum, ihtiyacını gidermiyor sadece bekliyor. Kadın da bekliyor benim gibi, kadın beklemekten yaşlanmış gibi geliyor bana, kadınla tuvalet kapısının önünde göz göze kalıyoruz, konuşmadan uzun süreler bakışıyoruz.

Yönümü değiştirip, kalabalığın arasına döndüğümde bir topluluğun benden söz edildiğini duyuyorum, şaşırıyorum, nasıl başladığını bilmiyorum. Tanımadığım showman, beni övüyor; hakkımda yeni ekran yüzü, farklı yetenek, yeni katma değerimiz v.s. gibi coşku dolu ifadelerle çevresindeki kalabalığa beni anlatıyor. Nasıl konuşulur hale geldiğimi anlamıyorum, seviniyorum, merak ediyorum. Hakkımda konuşan ufak kalabalığın içinde Jack Nicholson’da var, o da benim hakkımda heyecanlı ve güzel şeyler söylüyor, keyfim yerine geliyor. Az sonra Bayülgen’in yapımcısı kadın, yaklaşıyor bu küçük kalabalığa; evet farklı bir kişilik ama imaj bakımı olmadan ekran önüne alamayız, şimdilik sahne arkasında birikimini değerlendirelim benzeri bir şeyler söylüyor. Kadın ilk karşılaşmamıza göre daha yaşlanmış görünüyor.

Geçiş… Geniş bir arabanın içinde gidiyoruz, Jack Nicholson ve ben camdan başımızı dışarı uzatmış, konuşuyoruz. Batman filmden en sevdiği sahneyi biraz oynamasını istiyorum, sadece mimikleriyle oynuyor, sahneyi hatırlıyorum ama ilk izlediğimdeki etkiyi vermiyor, bu performans bana çok yavan geliyor, bu kadar bayağı ve kof muydu bu sevdiğim mizansen diye kendi kendime hayıflanıyorum. Sonra yolun karşı şeridinden gelen 60’lı yılların Avrupa okul araçlarını andıran sarı bir otobüsün görüntüsüne bakıp kalıyorum, otobüsün içindeki muhtemel gençlerin görüntülerini seçemiyorum ama kalabalığın gürültüsünü duyuyorum. Otobüsün kaportasındaki sarı üstüne canlı renkler gözümü keyifli bir şekilde alıyor. 

Otobüsteki kalabalığın görüntüsü ve gürültüsü çok hoşuma gidiyor, içim ferahlıyor, araç yaklaşmasına rağmen içindeki insanların siluetleri dahi görünmüyor. Otobüsün içerisi tüm parlaklığa rağmen gölge kalıyor. Gürültü arttıkça gözlerimin önündeki hareketli araç görüntüsü daha da ışıldıyor, parıltı arttıkça görüntü kaybolup ışık demetine dönüşüyor. Işıltının beyaza yaklaşmasıyla sesler, kulaklarımı zorlayan bir gürültüye dönüşüyor. Sarıdan beyaza yakınlaşan pastel renklerin hareketli görünümü içinde insan sesleri yükseldikçe neredeyse vücudumu sarıp sarmalıyor, keyifleniyorum. Ses, öfkemi dindiriyor ve ses cümbüşünde neşeleniyorum. 

Bereketten Güzellik Tanrıçasına Geçiş: Eros, Afrodit, Venüs


Bereket tanrıçasıyla, verimliliği ve üremeyi; güzellik tanrıçası ile cinselliği ve arzuyu anlıyoruz, biliyoruz antropolojik bulgular ışığında. Üreme ve cinsellik, tarih boyunca ve bugün hep iç içe geçmiş; karıştırılmış ama ontik düzlemde. Ahlak öğretileri, üreme ve cinsellik arasına sınır koyma veya disiplin altına alma yoluna gitmiş ve birçoğu ahlaksızlığı doğurmuş Nietzsche’nin dediği gibi. 


Bereket Tanrıçası


Gaia, from "Ara Pacis" Roman marble relief - circa 20-10 BC, at the Copenhagen
Gaia, Roma dönemi Ara Pacis kabartma heykeli
Arkeolojik bulgular sonucu izi, 200 bin yıl öncesine kadar giden Bereket Tanrıçası (Ana Tanrıça) inancı, tarih öncesi çağların kadim, totemik inancı idi. Bereket ve kozmogoni döngüsünü yaratan dişil Varlık olarak inanılmış; adına kültler, idoller ve ritüeller yapılmıştı. Hatta bereketine şükran ve kutsallığına rabıta için canlı canlı insanlar -erkek- kurban edilmişti. (Ana Tanrıça hakkında bir başka yazı için tıklayınız) Sümer’de İnanna, Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele adını alan Bereket Tanrıçası, Yunan kozmogonisinde Gaia’dır. Khaos’dan (boş uzam) ortaya çıkan Gaia, “Toprak Ana” olarak her şeyi var eden ve tüm Yunan tanrılarını doğuran ana tanrıçadır. Yunan kozmogonisinde tanrılar, Gaia’nın ensest ilişkisinden üremiştir; Gaia’nın kendinden çıkardığı Uranos, Gaia’nın hem oğlu hem de kocasıdır. Gaia, Uranos’tan olan oğlu Kronos ile işbirliği yapıp babası Uranos’u öldürür ve sonrasında Kronos’la dünyayı yani Kosmos’u kurar ve yönetir.  

Erkek Dil ve Uygarlık

Taş Devri klan topluluklarında kadınlar, önemliydi; hem üremeyi yani soyun devamlılığını sağlıyor, hem de gıdanın büyük bölümünü oluşturan bitkileri, yemişleri topluyordu. İlerleyen zamanlarda avcılık -insanın doğasında olmadığı için- ile erkekler, kendi aralarında koordine olmaya ve av aleti yapımını geliştirmeye başladı. Sembolik işaretleşmelerin ötesine geçip konuşma dilini de geliştiren erkekler, ilkel silahların mülkiyeti ve fizik gücü ile yerleşik hayatı ataerkil düzene çevirdi.
Eros, Aphrodite and Hermes - Clay tablet from Locri in Calabria, circa 475-450 BCE - at the Munich Museum
Eros, Afrodit ve Hermes - kil tablet, M.Ö. 450

Uygarlık cinselliğin keşfi ile başladı, denebilir. Peki cinsellik, üremeden nasıl ayrıldı? Bereket tanrıçasından, güzellik tanrıçasına geçiş nasıl oldu? Bu tür soruların kesin bilgisi, cevabı yok; hikâyeci tarih ve Eski Ahit üzerinden yapılan genellemeler en nihayetinde lojik değil, mitolojik açıklamalar olarak kalmaktadır. Bereket tanrıçası putlarından çok uzun zaman sonra, erkek bereket tanrısı figürü ve kültleri -Phallus (erkeklik organı) süslü Dionysos ve Hermes temsilleri- ortaya çıkar.

Eros ve Afrodit’ten Venüs’e Geçiş

Head of Aphrodite - form Hellenistic period - at the Archealogical Museum of Istanbul
Afrodit heykeli, Hellenistik dönem
Eros, Yunancada arzu demektir ama bu arzu, sadece aşk duygusunu içermez; cinselliği yani üremeden tamamen ayrılmış şehveti, tutkuyu, hazzı ifade eder. Yunanlılar için mutlak aklın (Logos) dünyada iyi ve güzel olana yer açmasıdır Eros ve bu ortaya çıkmada sanat öncüdür, zemindir. Eros, güzel şeylerin geçiciliği üzerinden ve onları aşarak; kalıcı Güzel İdeası’na ulaşma arzusudur. Mitolojide arzunun tanrısı Eros, güzellik tanrıçası Afrodit’in oğludur. Venüs ve Afrodit, aynı izleğin farklılaşmış güzellik tanrıçalarıdır. Afrodit, Yunan Polis’lerinde şehveti ve ötesinde güzelliği temsil ederken; Venüs, kozmopolit Roma imparatorluğu döneminde hem üremeyi hem de arzuyu içinde taşımıştır. 

Yunanda özgür erkeklerin arzu nesnesi kadın değil, oğlan çocuklarıdır ve Eros’a ulaşmak için yüceltilen geçici güzellik, erkek bedenin gençliği ve eşcinsel aşk olmuştur çoğu zaman. Bu isteğin açıklaması şudur; doğaya ve kadına bağımlı olmaktan azade olmuş tutkular, onları Eros’un idealine yakınlaştıracaktır. Hemcinsine karşı arzu, İlyada Destanı’nda Akilehus ve kuzeni Patroklos arasında incelikli olarak işlenir. Yunanlılar için fiziksel dürtüleri, toprağa bağımlılığı aşmanın ve aklın verdiği özgür irade ile arzu duymanın öncüsüdür Eros. Venüs’ün egemen olduğu Roma dönemde, zorunlu eko-politik sebeplerle arzu (Eros) çekilir. Kozmopolit yapının devamlılığı için toprağa bağlılık, kölelik ve sınıf ayrımı artar ve sonrasında üremeyi ve arzuyu birlikte temsil eden tanrıça Venüs doğar. Devamında gelen Meryem Ana inancı, onun pagan izini üstü örtülü biçimde dahi olsa taşır.


 The Birth of Venus - Sandro Botticelli, c. 1486, tempera on canvas. 172.5 cm × 278.9 cm - at the Uffizi, Florence
Venüs'ün Doğuşu - Sandro Botticelli, 1486







Konuşmacı: Bülent Somay
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Rüya Metni: İlkokulumun Kapısı

Okuduğum ilkokulun beton zemine sahip arka bahçesinin ana kapısına uzaktan bakıyorum, yürüyerek kapıya yaklaşıyorum. Hemen çocukluğum ve ilkokulum aklıma geliyor, nefesim hafifçe kesilmeye, halsizleşmeye başlıyorum, derin nefes almaya çalışıyorum. Gözlerimin önünde çocukluk anılarım beliriyor. Rüyamın içinde geçmişi ve geçmişimi görmeye başlıyorum. İçim kıyılıyor, tekrar çocuk olmak istiyorum.

Gözlerimin önünde görüntüler hareketlenmeye başlıyor. Teneffüs zilinin çalmasıyla birlikte kapıdan çıkıp merdivenleri inen öğrenci çocukların içinden ben olan çocuk “Aç kapıyı bezirgân başı” diye bağırarak koşuyor. Diğer çocuklar yani okul arkadaşlarımda beton zemine doğru hızla sürüler halinde koşuyorlar, hareket ve geçmiş gözlerimin önünden geçiyor. 

Keşke o günlere dönebilseydim diyorum, üzülüyorum, pişmanlıklarım aklıma geliyor. Kapıya doğru yürüyerek merdivenleri çıkıyorum ve ana kapının önü tenhalaşıyor, içeri girmeme çok az kalıyor. Nefesim iyice kesiliyor, soluk almakta zorlanıyorum, boğulmaya başlıyorum, gözlerim kararıyor, yere yığılıyorum, uyanıyorum.
Temmuz 2012

Benim İçin Ünleme Değersin


zamanın ruhuna dâhil

olmadan ağır ve sağır bağır.


kırık hayaller çamurundan kaleler

limanlara taşıt motorlar

zemberekten boşalır

canım benim.

 

dört kitapta yazmaz

ama ben yazdım

bir’in inayetine

ben hala yaz’dım.

 

benim için ünleme değersin 

diyebilmenin Hıdırellez günündeyim.


“Yeraltı” Filmi ve Türk Sineması'nda Dostoyevski İzi



“Yeraltı” filmi, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” kısa romanının serbest uyarlamasıdır Türk sinemasında. 1864 tarihli adlı eserinde, birinci bölümü deneme, ikinci bölümü öykülemeden oluşan biçimde Yeraltı Adamı adlı karakteri anlatır Dostoyevski. Eser, varoluşçu felsefenin olduğu kadar psikanalizinde öncü metinlerinden biri kabul edilir hala. Yönetmenin kendi kişiselliğini, karanlık ortak sular noktasında edebiyat ve sinemayla bütünleştirdiği bir çalışmadır Yeraltı filmi. Yönetmen Zeki Demirkubuz, kendini ve insanı daha çok anlama izleği ile geliştirdiği hikâye ve mizansenlerinde kötülük, itiraf, kibir ve utanç hallerini araştırır sinema aracılığı ile. Dostoyevski’yi kendine referans olarak kabul eder ve Türk sinemasının melodram geleneğinin dokusunu derinlikli biçimlerde işleyen çalışmalarında, kişisel deneyim, merak ve korkularını mümkün mertebe beklenti sineması kalıplarının dışında kalarak ve minimalist biçimde ortaya koyar. Yıkıcı ilişkilerin ve arayışların hikâyesi Masumiyet ve devamında kendini yıkıma götüren aynı kişilerin gençlik dönemlerini anlatan Kader; gündelik çıkmazlar içinde kendilerine çıkış arayan insanları anlattığı Üçüncü Sayfa, Albert Camus’n Yabancı romanında serbest uyarlama, hiçlik duygusu içindeki kişinin muğlak yaşamını işleyen tartışmalı Yazgı, geçmişte yapılanların insan üzerinde yaratığı çatışmayı ihanet ve evlilik çatısı altında irdeleyen İtiraf, yönetmenin kendi sinemacı kimliği ile gündelik yaşamın çarpıklığını neredeyse yıllar sonrasına bırakılmış bir sosyoloji verisi biçiminde sunan Bekleme Odası, filmleriyle karanlık üzerine öykülerini anlatmıştır Demirkubuz.




Ankara’da yaşayan bir memurdur, Yeraltı filminin kahraman olamayan kahramanı Muharrem (Engin Günaydın) ve özel hayatı allak bulaktır; diğer insanlar kadar, hatta daha çok onaylanmak ve saygı görmek istemektedir, ama kendini çirkin ve berbat hisseder ayna karşısında bakarken. İnsanlara kendini kanıtlamak, sıradanlığının arkasında aklını, yeteneğini dile getirmek ve eyleme dökmek ister. Öfkeli, kindar bir insandır Muharrem; kötülüğün gücüne âşıktır ama beceremez; kendini daha da mağdur hisseder yapamayınca istediklerini. Kendisine yara olarak döner, narsistik kişiliğinin dış dünyadaki çıkışları. Akıllı bir adam, kendine karşı acımasız değilse gururlu da olamaz." sözde ilkesidir Muharrem’in ama ekseriyetle sözünün arkasında duran tavırları yoktur. Dünyaya bir amaç için gönderilmiş, fakat o amaca uygun yaşamadığı için öfkelenmiş gibidir; değişim ve değişiklik ister; isteklerinin ne olduğu tam olarak bilmese de olmalarını ister, sanki. Ne yaparsa yapsın hep sıkılır. Eve gelen gündelikçi kadının hayatını zindan eden yatalak komşu uluyan, megafonda sesi duyulan ama kendi görülmeyen delidir. Bu uluma, Muharrem’e zevk almak için ilham verir, o da ulumaya başlar hem de insanların önünde. Bu arada, kadına komşuyu öldürmesini tavsiye eder. Zorla kendini davet ettirdiği arkadaşlarının yemekli toplantıda hesaplaşmak ister, en çokta Cevat ile. Ona göre Cevat, başkalarının emeğini ve hikayelerini çalan bir yazar, yalancıdır. Yemeğin ortasında ayağa kalkarak ona ve yanındaki arkadaşlara kendine göre haklı öfkesini dile getirir Muharrem. İtiraf ve hakaret biçiminde devam eden it dalaşı sonunda, tartışma alevlenir. Fakat burada yönetmen bir sinema hilesine başvurur, aslında içinden geçenleri tam olarak söylemez Muharrem, söylemiş gibi gösterilir. Sonrasında içki ile kendinden geçer ve arkadaşlarını mat etmek için ayağa kalkıp nutuk atar, bu arada Dostoyevski’den alıntı yapar: “Gerçek, tüm egoların üstündedir.” Gecenin devamı onun için zehir olur, komik durumlara düşer hatta. Otel koridorlarında atarlanması ve “ hepinizden nefret ediyorum” diye bağırmasının karşılığında aldığı cevap, ayakları altından patates gibi ezilmektir güvenlik görevlilerinin. Arkadaşları ile buluştuğu akşamın ertesinde tanıştığı fahişe ile aralarında ilginç bir diyalog ve ilişki geçer, ki bu bölüm romanda çok daha uzun ve önemli yer tutar, ölümden ve ölüm korkusundan konuşular. Hırlayarak yüzüne baktığı seks işçisinden hazırladığı ufak oyuna katılmasını bekleyecek kadar delidir.

Dostoyevski’nin anlatı dünyası: Evrensel roman yazarıdır Dostoyevski. Evrenseldir çünkü neredeyse tüm eserleri insanlık halinin veçhelerini çok sesli karakterlerle ve derinlikli gerçekçi betimlemelerle sunar okuyucuya. Eserlerindeki temaları, yazar olarak kendi düşünceleri ile cevaplamaz; hayatın içinde olabilecek tüm kişilikleri, diyalojik söylem ve karşıt eylemleri ile gerçekliğin bütünlüğü içinde serimler. Modern dünyada insan ile Tanrı arasındaki ilişki, geçmişte kalsa olsa dahi ki bu, trajik olandır, trajedinin bitmeyeceğini anlatır bize, ontolojik düzlemde. Çoğunlukla, modern insanın trajik konumunu, dünyanın adaletsizliğini, daha ötesinde Tanrı’nın insanlığa karşı sessizliğini dert edinir Dostoyevski. Dostoyevski üzerine en önemli çalışmayı yapan Mihail M. Bahtin, Yeraltından Notlar’ın atipik kahramanı için şunları söyler: “Bir itiraf romanıdır. Yeraltı İnsanı’nın itirafı, aşırı ve keskindir. İç ses, hep öteki ile polemiğe girişir, diyalojik tersine dönüşler gerçekleşir. En korktuğu şey, insanların onun bir başkasına karşı kendisini küçük düşmüş hissettiğini, birisinden af dilediğini, kendi kendisini onaylamak için bir başkası tarafından kabul görmeye ihtiyaç duyduğunu düşünmeleridir. Ötekinin fikrinden korktuğunu düşüneceğinden korkar. Onlar hakkındaki her düşüncesinde seslerin, bakış açılarının savaşı vardır. Yadsımayla tam da yadsımak istediği şeyi onaylar ve bunu bilir. Kendisi ile uzlaşamaz ama kendisiyle konuşmaktan vazgeçemez de. Dolayısıyla kahraman, özbilinç ile söylemin sıkışıp kaldığı kaçınılmaz döngüde hapsolur. Söylem belirgin olarak siniktir, hesaplı olarak siniktir, ama kederlidir de. Saf budalayı oynamaya çalışır. Aynı zamanda ideologdur, dünyaya dair söylemi polemikçidir. Tıpkı bedenin kendi gözünde kesintiye uğramış bir şey haline gelmesi gibi, algıladığı haliyle dünya, doğa ve toplum onun tarafından kesintiye uğramış olarak algılanır.”

Yeraltı Filmi by Demirkubuz

Elalem ne der” duygusunun pençesine düşmüştür Muharrem, ötekinin sesi ve gözü altında ezilir, az çok hepimiz gibi, ama onun hali, daha keskin ve yıkıcıdır. Öteki olan elaleme karşı “buradayım ve haklıyım” demek ister. “Biz de buradayız, sen hiç değişmeyecek misin” benzeri yanıtlar alır; sonrasında becereksizlikleri karşısında kendine nereyse estetik bir çıkarım ararcasına, budalalığa verir ve elaleme güldürür kendini. Muharrem, film boyunca elinde patates tutar; Filmde patates, sadece patatestir. Sinemada bir şey, sadece bir şeydir. Metafor olarak düşünülürse patates, şekil olarak Muharrem’in amorf kimliğini yansıtır sanki. Fahişe kadınla görüşme ve benzeri bir dizi deneme ile Muharrem, fizik doyum yâda anlık gerginliğin geçiştirilmesinin mümkün olmadığını, şizoid haliyle bile idrak eder. Atomize olmuş benliği üzerindeki kaygı, hatta yas durumunu aşmak ister. Kibir ile aşağılık duygusu arasındaki benliği, kendini kendine oynadığı ip cambazlığı; döngüseldir. Muharrem’in benliği, iç-dış nesneler dünyası iletişiminde parçalanır, ama yine de yarılmış bilinci ile gerçekliğin oldukça farkında ve içindedir. Eylemsizlik hallerinde ulur, hırlar, garip sesler çıkarır Muharrem. Kendi başının belası olan gururuna yenik düşer, bocalar, çıkış aramakta daha doğrusu çıkış da aramayıp, yaşadığı gerçekliğe yenik düşer. Dünyanın anlamına, kendinin haline bir türlü vakıf olamayan benliği, doğal savunma mekanizması olarak bilincini ve dünyayı var eden dilin öncesine, ilkel ve ilkesel döneme gerileyerek ile bilmediği ama hatırladığı oral dönem benliğinin huzurunu imler. Bilmediği ama hatırladığı, kayıp nesnenin bilgisinin yeniden üretimini ulumak, hırlamak ve paranoid-şizoid performans ile gösterir. Hırlamak, onu dindirir.

Yeraltı Filmi by Demirkubuz

Film bir noktadan sonra, Muharrem’in algısı ile gerçekliğin mizanseni arasında, hangisinin gerçeklik olduğu noktasında seyirciyi muğlâkta bırakır. Yine de izleyici gözünde, filmin kurgusu, karakterin zihin bölünmesine ve izlenimine rağmen, epizodik kopukluklara dönüşmez ve mizansen edilen minimal gerçeklik kendini korur. Yönetmen, önceki filmlerinden farklı biçimde, ışık ve kurgu denemeleri ile ana karakterin karmaşık varolma çalışmasını, orada olma arzusunu bazen anlatı savrulsa da filmin sonuna kadar işler. Yönetmen izleyici beklentilerini, bir parça kenara koyup; gündelik hayat ve hiçlik duygusu arasında sıkışmış Muharrem’in habitatına olabildiğince sıfır noktasında yaklaşmak için, yeni teknikler kullanır. Yönetmen, kendi sinema ustalığını yıkarak; kendinin çırağı olmanın ahlaki-estetik özgürlüğünü ortaya çıkarır. İkiye bölünmüş bilincinin kendisi ile diyalogu halindeki iç sesleri; gündelik gerçekliğin etkisi mi, yoksa duygusal kopuş mu olduğunu, belirsiz ara bölgelere doğru evrilir. Gerçekliğini aşmak ya da bükmek ister ama beceremez; yavaş yavaş var olagelen gerçeği, yenik düştüğü için suçluluk duyar. Eski dostlarına öfkeyle patlayıp sırtlarına çıkmak isterken, güvenlikçilerin ayaklarının altında kalarak midesinin bulanması; yaşlı komşuyu öldürmesi için gündelikçi kadını azmettirmesi ama planın tepe taklak olması gibi dramatik aksiyonlar, karakterin gerçeklikle ilişki kurmaya çalıştığında tökezlemesini, tercihlerinin çıkışsız kalmasını gösterir.

Son sahnede, zulme uğrarcasına tecrit edildiği hissiyatındaki Muharrem görülür; kapı kapanma sesiyle film sonlanır ve filmin nihai amacı kışkırtma, estetik deneyim olarak finalde gerçekleşir. Sonunda Muharrem, ki en başında da öyledir aslında, Varlık’ın içine bırakılmışlığını değiştiremeyeceğini veya bir kaçış bulamayacağını kabul eder sanki. Zaten, esin kaynağı metin, ”Ben, hasta bir insanım… İçi hınçla dolu, berbat bir adamım.” itirafı ile başlar. 

Ahmet Usta
Psikesinema dergisinde yayınlandı.