Orestia Tragedyası: Agamemnon, Ölü Sunakları, Eumenidler


Oidipus'un Oğulları: Tebai’ye Karşı Yedi Kişi

Aiskhylos'un Tebai'ye Karşı Yedi Kişi tragedyası, Oedipus'un ölümünden sonra iki oğlu arasındaki iktidar mücadelesini anlatır. Argos’tan harekete geçen Polineikes askerleriyle birlikte kardeşi Eteokles’in kral olduğu Tebai şehrine yedi kapısından saldırır. Savaş anında iki kardeş yüz yüze gelir ve birbirlerini öldürürler. İki erkek kardeşinin cesedi ile baş başa kalır Oedipus’un kızı Antigone ve bu bir başka trajik unsuru ortaya çıkardır: aile ve devlet bağı. Böylece Oedipus'un babası Laios'un haddini aşıp tanrıların belirlediği kadere karşı gelmesi ve sonrasında tanrılar tarafından lanetlenmesi ile başlayan kötü baht; önce Oedipus’u sonrada onun çocuklarını yıkıma sürükler. Oedipus efsanesi, İbranilerden Greklere uzanan kaderine veya verilmiş olana karşı gelenin başına gelecek gazabın bir başka veçhesi gibidir. (Oedipus tragedyası hakkında bilgi için tıklayınız)

Orestia Üçlemesi

Sofokles eserlerinde trajik hali, kahramanlarının dahi anlayamadığı sınır duruma taşırken; Aiskhylos, Atinalı demokratların ve Polis yaşamının savunucusu olmuştu çoğunlukla metinlerinde. Aiskhylos en önemli eseri Orestia trilogyasını (Agamemnon, Adak Sunucuları, Eumenidler) M.Ö. 458’de yazmıştı. Eser Atina şehir devletinin oligarşiden demokrasiye geçtiği dönemde ortaya çıkar. Bu sebeple, antik Yunanı ve değişimi en iyi yansıtan tragedya, Orestia üçlemesi dir. Orestia’nın çatışma ekseni; şehir dışı göçmen kavimler ile (Yunanlılar kendilerinden ve yerleşik olmayanlara “Barbar” demiştir) şehir devleti (polis) yaşamı arasındaki gerginlik üzerine kuruludur. Oedipus söylencesine kıyas ile Orestia, hem antik hem de modern yaşam hakkında bize daha fazla bilgi ve sorgulama olanağı verir gibidir. Orestia Üçlemesi:
1-     Agamemnon
2-     Ölü Sunakları (Khoephoroi -Adak Taşıyanlar)
3-     Eumenidler (Hayırlı Tanrıçalar)

Troya (Truva) Savaşı: İlyada ve Odysseia

Troya efsanesi, arkaik Yunanlıların ataları kabul ettiği Akhalar’ı anlatır; fakat gerçekliğine dair kesinlik yoktur.  Homeros, İlyada ve Odysseia destanlarında anlatmıştır Troya Savaşı’nı. Efsanede Troya'lı Paris, Sparta Kralı Menelaos'un karısı Helen'i kaçırır; sonrasında Yunanlılar Troya kentine saldırır. İlyada Destanı, on yıl süren savaşın son dönemini anlatırken; Odysseia Destanı, kral Odysseus'un Troya savaşı sonrası vatanı İthaka'ya dönüş yolculuğunu konu edinir. Troya'nın mitolojik bir kent olduğu düşünülürken, 1870 yılında Alman arkeolog Heinrich Schliemann tarafından başlatılan kazılar sonucu, Çanakkale Boğazı'nın güney sahillerinde, bugünkü Hisarlık tepesinde dokuz tabakadan oluşan çok eski bir ticaret şehri bulunur. M.Ö. 15. ile 12. yüzyıla arasına ait olan 6. tabakanın, Homeros’un anlattığı Troya Savaşı dönemine (M.Ö. 1180’li yıllar) ait olduğuna dair iddialar vardır.

Agamemnon’un Hikâyesi

Orestia tragedyası, babasının katili olan annesinden intikam alan Orestes’i anlatır. Üçlemenin ilk tragedyası Agamemnon Truva Savaşından Argos şehrine dönen Kral Agamemnon’un, karısı Klyteimnestra ve aşığı tarafından öldürülmesini anlatır. Efsaneye göre Agamemnon, Troya savaşını kazanabilmek için öz kızı İphigeneia’yı kurban etmiştir. Agamemnon savaşı kazanmak, kendi krallığını ve iktidarını sürdürmek için çok kan dökmüş; en sonunda kızını dahi kurban vermiştir ama suçsuz insanın kan döküldüğünde Erinys’ler (yer altı, intikam tanrıçaları) doğanın sesi olarak harekete geçecektir. İntikam tanrıçaları, kraliçe Klyteimnestra görünümüyle sahneye çıkar. Kraliçe gizli aşığı Aigisthos ile birlikte Troya zaferi sonrası şehre dönen kral Agamemnon’u sarayda öldürür. Kralın ölümünden sonra saraydaki değişim, Argos şehrine özgürlük ve huzur getirmez. 

Kasandıra’nın Laneti

Troya Savaşı’nı kazanan Agamemnon, esire olarak Troya Kralının kızı Kasandıra’yı Argos’a getirir. Kasandıra, güzelliği ile Helen’i kıskandıracak çekicilikte bir kadındır. Kasandıra, aynı zamanda geleceği işiten kulaklara sahip kâhindir. Kasandıra, Apollon kâhinlerindendir ama Apollon tarafından lanetlenmiştir. Kasandıra’nın laneti, geleceği görmesine rağmen kimsenin ona inanmamasıdır. Agamemnon iki büyük günah işler; savaşı kazanmak için kızı İphigeneia’yı kurban eder ve Kasandıra’yı ölüme sürükler. Agamemnon ve Klyteimnestra trajik figür değildir; ikisi de tutkularına, iktidar hırslarına yenilmiştir. Kasandıra’nın trajedisi, kâhin olmasına ve geleceği bilmesine rağmen kimsenin ona inanmamasıdır.

Ölü Sunakları (Adak Taşıyanlar - Khoephoroi)

Özgür Yunalılar içi kadın, doğaya bağımlılıktı çoğu zaman. Yunan idealizmi kadına olan bağımlılığı, doğa tabi olmak kabul ettiği için aşmak istemişti, homoseksüel aşk bir yanıyla bu isteğin izdüşümü oldu. Aiskhylos, Orestia tragedyasının ikinci oyunu Adak Sunucuları’nda dünyadaki felaketlerin nedeni olarak kadınları gösterir sanki. Koro, eylemleri yorumlamanın ötesinde yönlendirir eseri, ama aynı zamanda trajik unsur karşısında kararsız ve muğlaktır. Kötü günler, artık bitmiştir ama eskiden kalan suçlar, henüz cezasını bulmadığı için felaketlerin sonu gelmemektedir. Kısasa kısas adaleti, yeterli midir? Aradan yıllar geçse dahi tarih, geçmiş yâda doğa kan istemektedir. Ölü Sunakları’nda Orestes, sürgündeyken babasının katili olduğunu bilmediği annesinin adağını, kız kardeşi Elektra’dan öğrenir ve intikam için Argos’a geri döner. Anne, oğlunun öldürüldüğünü sanmaktadır ve onu tanımaz. Orestes, babasını intikamını alır ve annesini ve aşığını öldürür.

Eumenidler (Hayırlı Tanrıçalar)

Orestia üçlemesinin sonuncusu Eumenidler ile Orestes’in trajik konumu belirginleşir. Orestes, annesi kraliçe Klytaimnestra ve aşığı Aigisthos'u, kız kardeşi Elektra'nın yardımıyla öldürmüştür ama peşine takılan Erinys'lerden dolayı oradan oraya  sürüklenir, kaçmak zorunda kalır. Erinys’ler anne katili Orestes’en öç almak ve doğa hukukunu yerine getirmek isterler. Sonunda Orestes için mahkeme kurulur. Eğer şehir yaşamı, sözleşme hukuku ve devletin bekası doğru ise; Orestes, babasının intikamını almak için annesini öldürerek doğruyu yapmıştır.  Fakat doğa hukuku, arkaik inanç ve ailenin bekası doğru ise; Orestes, annesini öldürmüştür ve ana toprağına karşı suç işlemiştir, kanı ile bedelini ödemelidir. Mahkemen sonucu, trajik unsur daha da keskinleşir, oylar eşit çıkar! Orestes’in suçlu olup olmadığına karar verilemez. Devreye mahkemeyi kuran tanrıça Athena girer ve oyunu Orestes’ten yana kullanır; Orestes suçsuz bulunur ve serbest kalarak Argos şehrine döner. Karara uymak zorunda kalan Erinys’lerde yeraltı ve intikam tanrıçaları olmaktan çıkıp, Eumenidler’e yani Hayırlı Tanrıçalar’a dönüşürler.

Doğmamış Tanrıça Athena

"Bir kadın doğurmadı beni, o yüzden tüm benliğimle erkeğin  yanındayım. Hiç de umurumda değildir benim, kocasını öldürdüğü için öldürülen bir kadın " diyen Athena oy hakkını Orestes'in aklanması yönünde kullanır. Athena’nın kararı, Yunan dünyasındaki dönüşümü gösterir; Atina yaşamında toprak ve doğa hukuku değil, seçkin demokratlarla gelen eko-politik belirleyicidir artık. Yunan şehir devletlerinin koruyucusu ve zafer tanrıçası Athena doğmamış tanrıçadır; Zeus’un başından çıkmıştır ve kadından doğmadığı için doğadan bağımsızlığın sembolü olmuştur. Athena, arkaik ana tanrıça inancına ve doğa hukukuna karşı, şehir düzeninin tanrıçasıdır. Athena hem aklı temsil eder hem de geldiğinde ahlakı, doğruyu hiçe sayar; şartlarına göre hareket eden yalancı, bezirgân Yunan insanına yol gösterir. 

Geçmişin Trajik Etkisi

Erinysler arkaik olanı, ana toprağını, doğa hukuku ve kan ile kısasa kısası isterken; karşısında yerleşik hayat ve köle ekonomisi ile sözleşme hukukunu savunan Demokratlar vardır. Orestia’nın yazıldığı dönem, Atina’da altın çağ olarak anılan Komutan Perikles dönemidir. Atina’da demokratik diktatörlük kuran Perikles sözleşme hukukunu, doğal hukuktan üstün tutar. Arkaik insanın kozmolojik bütünlüğünden kopuşu, sınıf tabanlı kent düzenin özgür olmayan insanlardaki yıkımı, buna rağmen sönmeyen ve hala geçmişten gelen doğal enerjisi; bilinmeyen güçler biçiminde Atinalı özgürleri, demokratları endişelendirmiştir. Orestia üçlemesi ile antik Yunan dünyasında en yüksek noktaya ulaşan tragedya, Sokrates ve Platon etkisindeki logos merkezli düşünce ile son bulur. İlerleyen dönemde trajik olanı değil, komediyi ortaya çıkarır yazarlar. Orestia üçlemesinin sonunda doğal hukuk, sözleşme hukuku ile aşılır. Şehir devletinin bekası için gerekir ise, anne öldürülmelidir; Atina demokrasisi bunu gerektirir. Şehir yaşamı ile soy bağı, kan bağı aşılır; arkaik-ilkel ve komünal olanın üstü kapatılır, bu medeniyet kafesini kuranlar ise çalışmayan toprak sahibi erkek (demos) Atina vatandaşlarıdır.


Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Ağlayan Kadınlar ve İskender Lahdi


Lahit, ölünün defnedilmesine yetecek boyutta, 2-3 metre uzunluğundaki ceset koruyucu kaptır. Yunancada lahit, et yiyici” anlamına gelen “sarkophagos” dur; genellikle Helen dünyasında, ölümden sonra dünya inancı ile fizik beden arasında bağ yoktur; Atina’nın ünlü komutan yöneticisi Perikles M.Ö. 429’de öldüğünde bile anıtsal mezarı yapılmaz; diğer insanlar gibi Nekropolis’e (Ölüler Kenti) gömülür. 

Sidon Nekropol Kazıları

1887’de Osman Hamdi Bey’in yönetiminde yapılan Sayda (Sidon-Lübnan) Nekropolü kazılarında, yeraltı oda mezarları (hipoje) içinde 22 kral mezarı bulunur. Sonrasında Satrap Lahdi, Likya Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, İskender Lahdi ve Tabnit Lahdi isimleriyle anılan bu kral mezarları, bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndedirler. Sayda Kralları’nın Mısır’daki gibi öteki dünya inancına sahip olduğu, ketene sarılarak mumyalandığı ve mezarlarına kişisel eşyalarının konulduğu görülür. Sayda kazılarında bulunan en eski mezar, M.Ö. 6. yüzyıla ait, siyah bazalttan yapılmış insan biçimli (andropoid) Tabnit Lahdi dir. Mezardan mumyalanmış iskelet çıkar; lahdin gövdesindeki Mısır hiyeroglifi yazıda ilk sahibinin Penephtah adında Mısırlı bir komutan olduğu; ayakucundaki Fenike yazısından ikinci sahibinin Sayda Kralı Tabnit olduğunu anlaşılır. Tabnit’in mezarı üzerinde mealen şöyle yazar: “Her kim olursan ol, bu tabutu bulan adam kapağını açmasın ve beni rahatsız etmesin, çünkü yanımda altın yoktur. Kapağımı açma ve beni rahatsız etme, Eğer kapağımı açarsan, hayatında soyun yürümez ve öldüğünde huzur bulamazsın.

abnit of Sarcophagus, Anthropooid, Sidonian King Tabnit, circa 600-525 BC, originally belonged to the Egyptian general Penephatah
Tabnit Lahdi ve İskeleti

İskender ve Ağlayan kadınlar gibi önemli lahitleri, İstanbul’a getirdiği için Türk müzeciliğini ve arkeolojisini başlatan kişi olarak yansıtılsa da; aslında, Osman Hamdi Bey, aileden bağlantısı ile Osmanlı’da yönetici olan, özünde Frenk hayranı bir ressamdır; Avrupalıların; Lykia, Bergama ve Efes’teki kazı bulgularını başta İngiltere ve Almanya olmak üzere yurtdışına kaçırmalarına, tarihi eserleri koruma kanunu olmasına rağmen, göz yuman yöneticidir. 

İskender Lahdi

İç içe geçmiş ama birbirini tekrarlamayan üç boyutlu betimleri ile Asyatik etkinin ünlü ve önemli örneğidir İskender Lahdi (M.Ö.310-280). Üzerindeki Makedonya kralı İskender tasvirinden dolayı onun adıyla anılan lahit, aslında kral İskender’e ait değildir. Mezar sahibinin, Sidon kralı Abdalonymos olduğu düşünülür. Nekropol alanı, yeraltı mezarlığı öncesinde soyulduğu için lahit dışındaki diğer kral birikimlerine ulaşılamaz. Mezar odası, özel konumu ile günümüze iyi durumda ulaşır; mermer üzerindeki boyalar ve kabartmalar hala göz alıcıdır. İskender, Mısır’da kendini Zeus’un oğlu ilan ettiğinde; Helen dünyası, ölümlü İskender’in kendini tanrı kılmasına tepki gösterir; diğer taraftan Doğu coğrafyası, İskender’in Amon kültüne bağlılığını çabuk kanıksar ve Sidon mezarlığındaki lahit üzerinde, aslan postu başlığı ile İskender, tanrı soylu olarak yansıtılır.

The Alexander-Sarcophagus and Lion Atacking scene
İskender Lahdi, Aslan postu ile İskender, Aslan avı

Tekne ve kapak olmak üzere iki parça olan lahit, kiremitlerle kaplı üçgen çatılıdır. Mahya girişi üzerinde kartal betimi, köşe ve tepe akroterleri üzerinde aslanlar, griphonlar yer alır; mor renkli zemin üzerine boyanmış sarı yapraklar vardır. Lahdin dört cephesinde ve üst alınlıklarında savaş ve av sahneleri işlenir. Uzun cephede, Persler ile Yunanlılar arasındaki Issos Savaşı anlatılır; başında aslan postu olan figür, kral İskender’dir. Diğer uzun cephede bir grup insan, aslan avındadır ve aslan, Pers savaşçısına saldırırken ona yardım eden, yine kral İskender olur. Kısa cephelerde, panter avı ve yine Persler ile Egelilerin savaşı işlenir; hatta bir sahnede Makedon-Grek askerler kendi aralarında dövüşmektedir; bu sahne, kral İskender sonrası komutanları arasındaki mücadeleyi yansıtır gibidir.

Macedonian and Persian soldier fighting at the Battle of Gaza, from The Alexander of Sarcophagus
Makedonlar ile Perslerin Savaşı, İskender Lahdi 


Ağlayan Kadınlar Lahdi

Sayda kazılarında bulunan ve adını üzerindeki kadın figürlerinden alan Ağlayan Kadınlar Lahdi (M.Ö. 370-350) bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’dedir. Yüksekliği 2,97 m, uzunluğu 2,54 m, eni 1,37 m'dir. Yer altı mezar odasında bulunan lahit tümü ile tapınak-mezar benzeridir; bir Sidon Kralına veya zengine ait olduğu düşünülür; lahdin içinde erkek kafatası bulunur. Şark etkisi belirgindir, sütunları ve üçgen alınları ile Ion düzenini yansıtır, mavi ve kırmızı tonlarda boya kullanılır. Üst kapağın iki tarafında cenaze merasimi, sütunları arasında ağlayan kadınlar, kaide çevresinde av sahnesi vardır. Kısa kenarlarda 3, uzun kenarlarda 6 tane olmak üzere toplam 18 kadın figürü yer alır. Kadınlar, farklı pozlarda ölü için yas tutarlar.

Mezopotamya’da ölüyü gömmek için mezar gidilirken, kadınlar kendilerinden geçer, esrime içinde kendini yerlere atar ve ağıtlar söyler; bazen onlara, tapınak rahipleri ve müzisyenlerde eşlik eder. Ölen kişinin ekonomik ve dini önemine göre, uzun veya kısa şiirler söylerler ve koro halinde haykırarak ağlarlar kadınlar. Yahudiler’in "ağlayıcı, şarkıcı veya hünerli kadınlar" adını verdiği bu işi meslek edinmiş kadınlar, ölünün arkasından yedi gün boyunca yas tutardı. (Tevrat’ta konu edilir bu ağıtlar) M.Ö. 10. yüzyıla ait Byblos Kralı Ahiram'ın lahdinde, göğüslerini döven, saçlarını yolan ve ağlayan dört kadın betimlenir. Yunan ve Roma dünyasında cenaze törenlerine katılan ağıtçı kadınlara, "Korainai" denir. Hatta Atina’da bu meslek o kadar sınırı aşar ki Solon, ölünün ardından yapılan abartılı yas törenlerine kanunla sınırlama getirir. Anadolu mezar taşlarında (stele) yaygın kullanılan bir figürün izidir, ağlayan kadın. Pudicitia; bir kolu karnında, eli çenesinin yanında, başını belli oradan örten giysisini kenarından tutan kadın tipidir. Pudicitia’nın en güzel örneği Ağlayan Kadınlar Lahdi’dir.

Sarcophagus of the Mourning Women
Ağlayan Kadınlar Lahdi 
Sarcophagus of the Mourning Women
Ağlayan Kadınlar Lahdi 
Ağlayan Kadınlar Lahdi ile ilgili iki görüş vardır; ilk görüş, Semitik-Ortadoğu dünyasında yaygın ritüel, meslek erbabı “ağlayıcı kadınlar” olduğu; ikinci görüş, tarihi kaynaklarda çapkınlığı ve kurduğu harem ile ünlü Sayda Kralı I Straton’un sevgilileri olduğudur. Ki kadınların, Attika’daki ideal kadın güzelliğine yakın naiflik ve örtünme ile gösterilmesi; bir yanı ile Helenleşmeye başlayan Semitik inançları ve o inancın tapınak rahibesi olarak kamuya çalışan işçi kadınlarının, daha sonrasında “Meryem Ana’nın İffeti” denilecek görünüş değişimine geçişinin prototipi olarak da yorumlanabilir; tabi ki bu, sadece hikâyeci bir yorum. Anadolu’nun modern dünyasında ise, Mustafa Kemal’in anısını baki kılmak adına Anıtkabir ve Atatürk Lahdi yapılır.
Symbolic Mausoleum of Atatürk, Anıtkabir in Turkey
Sembolik Atatürk Mozolesi ve Anıtkabir


Nazi Aryan Irk Yetiştirme Programı: Lebensborn Evleri


Lebensborn, Nazi Almanyasında Nasyonal Sosyalist iktidar tarafından uygulamaya geçirilen "Saf ve Sağlıklı Aryan Irk Yetiştirme" programının adıdır. Türkçesi Yaşam Kaynağı olan proje ile ıslah edilmiş Aryan Irk için, SS Heinrich Himmler'in liderliğinde, Lebensborn evlerinde çok sayıda çocuk dünyaya getirilir ve eğitilir.

Alman kanını ve şerefini koruma kanunu" 1935 yılında Nürnberg Yasaları ile yürürlüğe girer. Alman kanını temiz tutmayı amaçlayan yasaya göre, “Yahudiler ile Alman kanından veya akraba kandan gelen vatandaşlar arasındaki evlilikler ve evlilik dışı ilişkiler yasaktır.” Sonrasında, Yahudilerin değil, Musevi, Komünist ve Çingenelerin katliamı gerçekleşir ve arkasından İsrail Devleti'nin kurulması için gerekli  plan ve ortam sağlanmış olmuştur.

symbol of lebensborn
Lebensborn Amblem

Lebensborn ile seçilmiş kızların, yine seçilmiş erkekler ile çiftleşmesi ve isimsiz doğumlar yapılması sağlanır. Aryan Irk, İskadinavlar ve onların Almanya'daki kolu Germenler dir Naziler için. Doğan çocuklar, çoğunlukla SS üyesi subayların ailelerine evlatlık verilir. İlk Lebensborn evi (Heim Hochland), 1936 yılında Münih'te bir köyde kurulur. 2. Dünya savaşı ile işgal altındaki diğer Avrupa ülkelerinde de evler açılır. İdeolojik olmanın ötesinde askeri ve ekonomik amaçları da olan program ile, artan kürtaj ve doğum oranlarının düşmesi ile yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Kuzey Irkı'nın (Nordik-Germen) kurtuluşu ve ıslah edilmesi amaçlanır. Şöyle der Himmler: "Amacımız Alman kanını korumak olduğuna göre, kürtajı engellemek, en önemli görevdir.” Geleceğin Alman ordusunu yaratmak, böylece de Hitler'in Bin yıl sürecek Reich dönemi ile tüm dünyayı yönetecek üstün ırkı ortaya çıkarmak amaçtır.

Yaşam Kaynağı evlerinin sloganı basittir: "Führer için bir çocuk yapın!" Dönemin Almanyasında kürtaj yasaktır; kızlar, doğuma teşvik edilir; erkekler, SS subaylarıdır çoğunlukla. Savaş sonrası işgal bölgelerinden fiziksel görünümü ile ari ırkı taşıyabilecek ama Germen olmayan kadınlar da, programa dâhil edilir. Hedef, atletik, sarışın ve renkli gözlü yeni bir kuşak yaratmaktır. Asli hedef ise, 200 yıldır Yahudiler ve diğer halklar ile kaynaşarak genetik yapısını kaybetmiş Germen halkını, genetik ve kan soyu olarak ıslah etmektir. SS’lerin Irk ve Yerleşim Bürosu’yla iş birliği içerisinde yürütülen programın başındaki Heinrich Himmler, tüm şartları ve uygulamaları denetler.

Lebensborn home
Lebensborn Evleri

Damızlık genetik ile, çocuk, gerçek ailesi ile değil, seçilmiş ailenin evladı olarak Nasyonel Sosyalist çocuk yetiştirme tarzına göre yetiştirilir. Almayan'da 9 Lebensborn evi kurulur ve çalışmalara dair raporlamalar, sadece SS liderliğine yapılır. Evlilik dışı bebeklere, doğum sertifikası çıkarılır, hamile kadınların çoğu ari olduğu tespit edilen genç kızlardır. Daha önemlisi annelerin çoğu, yine bu evlerde çalışan ve yaşayan hemşireler dir. Savaşın sonlarına doğru, istenilen sonucun alınamayacağını anlayan SS yönetimi, bu evlerdeki tüm kayıtları yok eder.

Yaşam kaynağı evine kabul edilme şartları oldukça açıktır; Hitler’in partisi NSDAP’ye (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) bağlı olduğunu belgelemek; Kadınlar için ırk, genetik ve biyolojik açıdan Germen olduğunu rapor ettirmek (saf ırk testi); sarışın, mavi gözlü ve açık tenli olmak, sakat olmamak; kafatası ve boy ölçümü; hiçbir Yahudi ırkı özelliği taşımamak; Nazi doktoru tarafından verilmiş genetik uygunluk raporu almak. Erkekler için NSDAP üyesi veya yakınlarının üye olduğunun belgelemek. Ve biyolojik anne-babanın, doğan çocuğu seçilecek Nazi ailesine, rütbeli SS subayına vereceğini öncen kabul etmesi.

lebensborn evlerin bebek, çocuk bakımı
Lebensborn evlerin bebek, çocuk bakımı
lebensborn evlerin bebek, çocuk bakımı


Aryan ırk oluşturmak için ayrıca, çocuk devşirme yöntemi kullanılır. İşgal bölgelerinde ele geçirilen, ari ırk özelliğini en azından fiziksel olarak gösteren, Germen izleri taşıyan çok sayıda Polonyalı ve Rus çocuk, Lebensborn evlerinde "Almanlaştırma" adı altında bir dizi bakım ve eğitim sürecinden geçirilir. Ardından seçilmiş Alman ailelerine, evlatlık olarak verilir. Belgelerin çoğu ortadan kaldırıldığı için, tam sayı bilinmese de, binlerce çocuğun bu yöntem ile doğduğu ve on binlerce çoğun ise devşirildiği düşünülmektedir.

İşgal bölgelerinden kaçırılan çocukları yanı sıra, savaş sırasında Alman askerleri tarafından tecavüze uğrayıp hamile kalan bir çok Kuzey Avrupalı kadın, programa dahil edilerek, bu evlerde doğum yapar. Proje bir süre sonra, SS Subaylar için açılmış geneleve; asker tecavüzleri sonucu doğan çocuklar için  yetimhaneye dönüşür. Irksal felaket kabul edildiği için, sakat doğumlara ve çocuklara yaşama hakkı tanımaz. Naziler Döneminde yaklaşık 5 bin çocuğun toplama kamplarında ve hemşireler tarafından öldürüldüğü düşünülür. Hatta, sonradan ortaya çıkan fotoğraf belgelerde görüldüğü gibi, işgal bölgelerinden getirilen çocuklarda özellikle Polonyalılarda, büyüdükçe esmerleşme ortaya çıkınca, ultraviyole ışınları uygulanarak sarartılma yapılır.

Sadece Almanya'daki evlerde 8 bin çocuk dünyaya gelir. Almanya dışındaki ilk ev, 1941 yılında Norveç'te açılır. İskandinavlaştırma projesi olarak da anılan Üstün Irk yaratma faaliyetleri adı altında başta Norveç olmak üzere, Danimarka, Hollanda ve Belçika'da bazı yerleşkeler kurulur. Hedef, ari özelliğini kaybetmemiş ve diğer ırklar ile melezlenmemiş Kuzeyli ırkı yani Nordik halkı, Almanlaştırmaktır. Program ile belki de en çok doğum, Norveç'te gerçekleşir ve Lebensborn çocukları, zaman içinde büyür ve 2. Dünya Savaşı sonrası Nazi Hareketinin kötü izleri olarak kabul edilirler ve de "Savaş Bebekleri" olarak anılarak, hak etmedikleri biçimde toplumsal yaşamda horgörülürler. Norveçli anneler ile Alman babalardan doğma savaş çocukları; yıllar sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) kendilerine yıllarca ayrımcılık yapıldığı için başvururlar, fakat AİHM başvuruları kabul etmez.

Naziler ve Lebensborn Programı
Naziler ve Lebensborn Programı

Nietzsche ve Nasyonal Sosyalizm

Nietzsche (Niçe) modern dünyanın ekonomisi ve ahlakı ile ortaya çıkan nihilist, hiçlik dünyası karşısında, yeni bir aydınlanma hareketini savunur. Nazi hareketi ise, onun felsefe ve eylem öngörülerini kendi amaçları doğrultusunda çarpıtır. Niçe, üstün insanı (Übermenschsavunmuştur, onun göre modern dünyada değerler çökmüş, geriye geçmişin kurumları ve ahlakı ile insanın ruhunu saran mutsuz ve amaçsız yaşam kalmıştır, üstün insan, modern insanlığın aşılması ve uyanışın taşıyıcısı olmalıdır. Tabi özgürlük, gelecekte ortaya çıkacak bir olgudur, kendisi seçkinci olduğu için üstün insanın sosyal güncelliğini tam olarak açıklamayaz Niçe.

Nasyonal Sosyalist hareket ise, Niçe'nin kültür ve yeniden aydınlanma ile ortaya çıkacak üstün insanını, sadece gen-kan soyu üzerinden kurmaya çalışır. Niçe felsefesi de çelişkilerle doludur, çünkü felsefe eylemi ile pratik dünya işleri arasında bağ çelişkidir, bu bağlamda Niçe, Alman Ulusunun yaşadığı kültürel çöküşe karşı diğer uluslara ve Yahudilere cephe alır, ama bu karşı çıkış asla genetik, kan soyu ile mücadele değildir; güç istenci ile ile birleşmiş yeni bir ekonomi ve kültürün doğmasını istemektir. Nazi hareketi ise 1. Dünya savaşı sonrası Alman Halkının yaşadığı ekonomik-sosyal çileyi aşmak için, ırk ülküsünü harekete geçirmiştir. Niçe güç istenci ile yaşamın ve doğanın yeniden örgütlenmesini; insana içkin olan diyonizyak şiddet dolu yaratma yetisi ile de, yaşamın olumsuzlaması ve sanat pratiğini arzularken; Nazi hareketi, güç istencini Führer kimliği altında askeri birleşme; diyonizyak dürtüyü ise, Nazi estetiği gösteriler ve mimari olarak organize etmiştir. Niçe, antik Yunan benzeri bir kültür coğrafyası ile üstün insanı müjdelerken; Naziler, Alman ırkının yabancı halklardan ayıklayarak, yeni bir ulusal uyanış kurmak istemişlerdir. Niçe ile Nazi hareketi arasındaki tek ortak nokta, köksüzlük ve kök arayışıdır.

Nasyonal Sosyalizm ve Lebensborn Programı
Nasyonal Sosyalizm ve Lebensborn Programı

Rüya Metni: Sol Bacağımı Yiyen Fareler...


Fethiye Ölüdeniz'e doğru yola çıkmışım, daha doğrusu Fethiye'de bir koya tatile gitme halindeyim. Aktarma için minübüs beklediğim, bir bekleme salonundayım (gerçekte hiç Fethiye'ye gitmedim)

Bekleme salonunda tekim, sakinim, rahat....Birden üç tane lağam faresi ortaya çıkıyor. Lağam farelerinden nefret eder ve çok korkarım ama bu gördüklerim daha da korkunç... Lağam faresi zaten büyükken bunlar daha iri neredeyse kedi büyüklüğünde, bir tanesi morlu kırmızı bir renkte diğer ikisi leş simsiyahlar. Ayak çevremde yavaş yavaş geziniyorlar, nedense çok korkmuyorum. Bedenleri tuhaf, kedi fiziği var gibi, ama yüzleri o farenin çirkin korkunçluğunda, veba akıyor işte...

Birden hızlı hareketler yapmaya başlıyorlar, karabasan geliyor. Sol ayağıma saldırıyorlar. Çaresiz kalıyorum, pek kımıldayamıyorum, bacağımı ısırıp, etimi koparıyorlar. 

Silkelemeye ve vurmaya çalışıyorum ama nafile, ayağım parça parça parçalanıyor. Öleceğim diyorum ama bu leş, yaşamaması gereken mikroplardan, kötülük tohumlarından olmamalıydı sonum diye de öfkeliyim. Bir taraftan can çekişirken, bir taraftan öfke ile tekmelemeye çalışıyorum... 

Sol bacağımı neredeyse, belime kadar parçalıyorlar...Bir ayağım artık kopuk, kanımın rengi beklediğimden de soğuk, koyu...Korku ve ter ile uyanıyorum.
Mayıs 2013

Cinselliğin Kontrolü ve Totaliter Yapı


Çocuk,  Oidipal Travma, Beş Duyu  ve Dürtü

Dil öncesi bebek, sadece anne ile ilişki yaşar. Dünyayı kendi bütünlüğü ile duyumsayan bebek, memeden kesilme ve tuvalet terbiyesi öncesi sadece anneye yönelmek ister. Baba, ancak memeden kesilme ve tuvalet terbiyesi ile çocuğun yaşamına gerçeklik olarak girer. Çocuk için babanın varlığının anlaşılması, annesi ile arasında bir başka insanının var olduğunu öğrenmesi, dil sembolizasyonu ve pratiği ile gerçekleşir. Oidipal travma, bebeğinin sadece kendisine ait olduğunu sandığı annesinin yaşamında, bir başka erkeğin ve fenomenler dünyasının olduğunu öğrenmesidir. Dil, öğrenme ve oidipal travma sonrasında artık çocuk, anne ile bir bütün olmadığını kabullenmek ve karşılaştığı fenomenler ile büyümek zorundadır. 

İnsan, bebeklik döneminde annesi ile yaşadığı “beş duyu” organını içine alan bütünlüklü ilişkisinin benzerini tüm yaşamı boyunca arzular. İnsanın beş duyu ile bebeklikte yaşanmış “geçmiş” ilişkiyi, yeniden kurgulamak veya gerçekleştirmek arzusuna çoğunlukla “aşk” denmiştir. Çocukluk döneminde yaşanan yasaklamalar ve eğitim sonucunda içgüdüler farklılaşır ve çeşitli dürtüsel nesne seçimleri gelişir. Yasaklama ve engelleme olmadıkça, içgüdülerin kılık değiştirmesi olan dürtüsel zenginlik ve arzular oluşmaz, hayal ve imajinasyon ortaya çıkmaz. Arzu, yasaklara karşı oluşur.


Cinselliğin Kontrolü ve Eğitim

Ütopya “cinsel yaşam nasıl olacak ve kontrol edilecek?” sorusuna cevap aradığı için, aslında bir başka cinsel yaşamın yeniden inşasını hedefler. Platon, “Devlet” adlı eserinde devletin ve yurttaşlığın devamlılığı adına tek eşli cinselliği savunur. Birçok ütopik metinde, eğitim ile birlikte sistemin devamlılığının sağlanması için cinsel yaşamın düzenlenmesi gerektiği düşünülmüştür. Amaçlanan hedef doğrultusunda eğitim, gençlerin ve bireylerin gelişimi için sıkı biçimde denetlenir. Çocuk, erken yaşta ailesinden alınarak kamusal fayda ve amaçlar doğrultusunda beden ve zihin eğitimine tabi tutulur. Cinsellik, sadece üreme eylemi olarak kabul etmiştir.

Ütopyalar için kitlelerin zihnini kontrol etmek, bedeni kontrol altına almaktan geçtiği için farklı cinsel kimlikler sağlıksız olarak tanımlanır veya yasaklanır. Bunun yanında post-modern ütopyalar ile birlikte cinsellik, yaşamın yeniden düzenlenmesi için temel sorunsal olmuştur. 1960’lı yıllardan itibaren üretilen bazı ütopik metinler, örneğin Mülksüzler, insanların cinsel kimliğini ve yaşama biçimlerini regüle etmeyi amaçlamaz, kapsayıcıdırlar.

Tasvir, Tatmin ve Totaliter

Ütopya hedeflediği “ideal yaşam” kurgusunu anlaşılır kılmak için çeşitli tasvirler kullanmak zorundadır. Tasvirler aracılığı ile ihtiyaç ve imge arayışlarımıza cevap verir. Özellikle modern ütopyalar için tasvir, eko-politik dünyayı algılamak ve dönüştürmek için proje anlatısına dönüşmüştür. Ütopya metinleri varoluşçudur, ontik olana karşı verilen bir mücadeledir. Ütopya, ontik yoksunluk içindeki insanların, yaşamı ve gündelik hayatı anlamlandırma ihtiyacının tatmin edilmesidir. Tüm ütopyalar, dürtüsel bir heyecan ve tatmin ihtiyacının sonucunda hayal edilir.

Ütopya için gerekli ilk şey, özgürlükten vazgeçmektir. Alt ve üst yapı düzenlemeleriyle bireyin tek tipleştirilmesi amaçlanır. Ütopyalar dünyasında her şey, her şeye bağlıdır. Yaşlılara, sakatlara, psikozlulara ve en nihayetinde farklı olan insanlara ve de yaşama biçimlerine yer yoktur. Ütopya dünyayı topyekûn değiştirme arzusuyla hareket ettiği, gerçekliği tamamlamayı amaçladığı ve devamlılığı hedeflediği için aynı zamanda totaliterdir.

Lepra - Müşir Fuat


Topu arsaya kaçmış bir çocuk gibi karşındayım, benim
Ağzımda şekere benzer
Dualar ederim

Tatlı, yapışkan
Çabuk biten
Diş çürüten

Hafriyat çamurundan telsiz yapan
Bir çocuk olarak karşındayım, benim
Kirlenen ellerimle bile
Seni özleyebilirim

Küçük, uzak
Özensiz

Bulduğu her parayla bakkala koşan
Bir çocuk olarak karşındayım, benim
Aldığım en büyük hazzı
Seninle paylaşabilirim

İçi içe ve yüksek
Hızlı ve gergin kolay, eşsiz

Çayını açık içen
Bir çocuk olarak karşındayım, benim
Büyüklere görünmeden
Bir sigara içebilirim

Seninle ya da sensiz
Öksürüklerle
Düzensiz

Okumaya erken başlayan
Bir çocuk olarak karşındayım, benim
Bu zeki gözlerimle
Seni öpebilirim

Titrek ve ışıltılı
Dalgın ve unutkan
Bedelsiz

Basamakları atlayarak çıkan
Bir çocuk olarak karşındayım, benim
Dengemi kaybedersem
Sana düşebilirim

Sağlıksız ve korkulu
Çekingen, kırık dolu
Sahipsiz


Kelimeleri yutarak konuşan
Bir çocuk olarak karşındayım, benim
Ağzımı tamamlayabilirsen
Çok teşekkür ederim

Müşir Fuat

Sosyalist Ütopyacılar ve Paris Komünü


Ulus ve Millet

Ulus kavramı, Fransız İhtilali sonrası etkisini gösteren “nation” (doğmuş olunan yer) kelimesine dayanmaktadır. Ulus kavramına göre nerede doğdu iseniz, o toprağın vatandaşsınızdır. Ulus, doğduğu toprakların vatandaşı olan tüm halkları kapsamaktadır ama herhangi bir  "ulus devlet" içinde farklı etnik yapıların olması sebebiyle bu kavram, her zaman politik ve ekonomik sorunlar yaratmıştır. Millet kavramı ise, daha çok dini kökenleri tanımlar. Ulus, yurt ortaklığı üzerine kurulu iken; millet, din ortaklığı üzerinden insanları bütünleştirmeyi amaçlar.

Ulus-devlet yaratma projesi, kısmi bir ütopyadır. Ulus kavramı, hayali olarak yaratılır (imajinasyon) ve gerçeklik ile bağlantılı kılınıp, ütopya yapılmaya çalışılır. Ulus-devlet projeleri çoğunlukla; geçmişteki parlak bir zamana (Altın Çağ) dair özlemi ve kutsallığı hedef alır. Ulusların kurguladığı altın çağ, büyük oranda destanlara ve mitlere dayanmaktadır. Bu arkaik tarih ve türeyiş anlatıları içinde kısmi gerçeklik zemini olsa da çoğunlukla mitlere dayanır.

Yeni Kıtadaki Sosyalist Ütopyacılar

19. yüzyılda yaşanan ekonomik ve teknik gelişmeler, insanları ütopik yaşam alanları üretmeye sevk etmişti. Bu dönem içinde Robert Owen, Joseph Proudhon, Henri de Saint-Simon’un düşüncelerinden etkilenmiş olan sosyalist ütopyacılar, İngiltere'de ve yeni kıta Amerika’da eyleme geçtiler. Ve Amerika’da şehirler kurdular. Monogamik evliliği kaldırdılar, komün ekonomisi pratiklerini belli oranda gerçekleştirdiler. Sosyalist ütopyacılar, hedeflerini gerçekleştirmek için Amerikan yerli halkına soykırım dahi uyguladılar. Bu ütopya şehirleri, yaklaşık yüzyıla yakın varlıklarını sürdürmelerine rağmen zaman içinde yeterliliklerini kaybedip, Amerika’nın yeni oluşan eko-politik düzenine dahil oldular ve amaçlarına ulaşmadılar.

1871 Paris Komünü ve Gerçekleşmiş Ütopya

Paris Komünü, 1871 yılının bahar aylarında gerçekleşmiş ve 70 gün sürmüştür. Fransa’da 3. Napolyon cumhurbaşkanı seçilir ve Prusya’ya savaş açar. Prusya’nın başında, kutsal Roma-Germen imparatorluğunu yeniden kurmayı isteyen Bismarck vardır. Fransa savaşı kaybeder ve Prusya askerleri Paris’i işgal eder. 3. Napolyon şehri terk eder ve yeni hükümet (Ulusal Meclis) kurulur. Yeni Fransız hükümeti, Paris’in teslim olmasına karar verir ama Paris halkı, bu işgali kabul etmez. Paris halkı, tarihte görülmedik biçimde birleşir ve “Ulusal Muhafızlar” birliğini oluşturur. İşçiler ile milisler bir araya gelir, barikatlar kurulur. Paris halkı, Prusya birliklerine karşı altı ay boyunca direnir. Halkın direnişi sonucu, Prusya ordusu ilerleyemez. Halk yeni hükümeti kabul etmeyip, kendi komün hükümetini ve halk komitesini kurar. Ve şehir yaşamı yeniden düzenlenir.

Paris Komünü, 1871 baharı boyunca iki aydan fazla iktidarda kalmış “halk yönetimi” olmuştur. Çoğunluk sistemi ile doğrudan seçimler yapılmış, yöneticiler seçilmiş, işçiler üretim kararlarını ortak almış ve üretim araçları kamusallaştırılmıştır. Paris Komünü karşısında çaresiz kalan Versailles’daki Fransız hükümeti, Prusya devleti ile anlaşır ve ellerindeki 130 bin esir Fransız askerini geri alır. Hükümet bu askerleri, iç savaşta halinde olduğu Paris Komünü’nü yıkmak için kullanılır. Paris’e giren Hükümet askerleri ile Komün milisleri savaşır. “Kanlı Hafta” olarak anılan günlerde, sayı ve silah olarak Ulusal Meclis ordusu karşında zayıf olan Paris Komünü yenilir. Paris Komünü direnişi sırasında idamlarla birlikte yaklaşık 50 bin insan öldürülür. Paris Komünü, kısa süreli de olsa gerçekleşmiş ütopyadır.