İde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Aristoteles ve Sanat: Mimesis, Katharsis, Poetika ve Güzel


Poesis ve Poetika
Platon, sanat objelerini, taklit nedeniyle İdea’ların eksiltili ve kusurlu kopyaları olduğu için estetik yanlarına rağmen önemsiz; hatta insanda pasif duygular geliştirdiği için -özellikle şiir- sakıncalı görürken; Aristoteles, sanatı, insan varoluşunun zemini, hakikatin yansıması ve varlığa gelme alanı olarak açıklamıştır. Sanat hakkında görüşlerinin temeli “Poetika” adlı eseridir, ayrıca “Metafizik” adlı kitabında sanatı ve meydana gelmesini epistemik kökeniyle işlemiştir. Poetika’daki sanat kuramı, şiir ve özellikle tragedya üzerinedir. Tragedyada estetik hazdan önce, ahlaki etki önemlidir ve “Yüce” olanı sorgular sanat eserinde. (Tragedya ve Poetika hakkında bir başka yazı için tıklayınız)

İnsan olmanın üç edimi olduğunu söyler: bilme (episteme), eyleme (praxis), yaratma (poesis). Yaratma (poesis) ile ortaya çıkan poetika dır. Poetika, teknik beceri ile iyiyi ve güzeli ortaya çıkarma amacındaki “yapma-yaratma” eylemidir. “Sanat, akıl tarafından belirlenen amaçların gerçekleşmesini, varlığa gelmesini sağlayan bir yapma-yaratma yetisidir.” der Aristoteles. Poetika, insan el emeğinin (tekhne) müdahalesi ile doğanın nesnesinde bulunan özün, gücün (dynamis) yeni bir form içinde görünüm kazanmasıdır. Sanat eseri, maddenin form ile dönüşerek, gerçekliğe dahil olmasıdır. Toprak maddesi, tuğla formuna dönüşür; tuğla maddesi duvarda başka bir forma evrilir. Sanatın ortaya çıkmasında iki temel neden vardır Aristoteles’e göre: insanın taklit etme dürtüsü ve taklit edilmiş şeylere karşı duyumsanan hoşlanma duygusu.


Mimesis

Sanatın kökenini Mimesis (taklit, öykünme yetisi) ile açıklar Aristoteles. Mimesis’i meydana getiren kuvvet, insanın doğal yatkınlığından ortaya çıkar. Şöyle der: “Herkesin hem taklit etmesi, hem de taklitlerden hoşlanıyor olması, çocukluktan itibaren gelişen bir özelliktir. Çünkü insan, taklit etmeye en yatkın canlıdır ve öteki canlılardan bu bakımdan ayrılır ve ilk bilgilerini taklit yoluyla edinir. Bunun kanıtı ise eserlerde ortaya çıkan durumdur. Resimlere bakmaktan zevk almamızın nedeni, bakarken öğrenmek ve her birinin neye ilişkin olduğu konusunda sonuç çıkarmaktır. Öğrenmek, yalnızca filozoflar için değil, diğer insanlar için de en haz verici şeydir.” Bilen insan (homo sapiens) taklit ederek dil öğrenir, bilgiyi aktarır. İnsan ve tarih, mimetik iç tepinin bağlarından kurulmuştur.
Mimesis, öykünen özne (sanatçı) ve nesnesi arasında vuku bulur. Peki, mimetik şey nedir? Nesneye yönelen özne, onu üç durumda taklit edebilir. 1- Nesne ne ise, o olarak 2- İnsanların nesneye dair inanç ve duyguları ne ise, o olarak 3- nesne nasıl olması amaçlanıyorsa, Güzel İdea’sına nasıl yakınlaşmak isteniyorsa, o olarak. Yani sanat; gerçek, mit ve ideal -olasılık olarak- üzerine inşa edilebilir. Sanatın objesini, ne ise o olarak yani gerçeklik ile taklit etmeye atlet heykelleri, portre resimleri örnektir. Ama Myron’un “Disk Atan Atlet” heykeline baktığımız zaman; hem doğal gerçeklik, hem mitik inanış, hem de görünür hale getirilmek istenen ideal uyum, ahenk ile birlikte tek bir yontu üzerinde sanatın tüm izleğini görmek mümkündür. Ne ise o olarak taklit eylemini, sadece kopyacılıktan, zanaatçılıktan sıyırıp; etik ve estetik düzleme taşımak ister ve sanatı, idea’ların izlerinin fenomenler dünyasında form kazanması olarak görür Aristoteles ve idealisttir. Bu sebeple gerçekliğin yanı sıra “olması lazım gelen”, “imkânsızlık” ve “akla aykırılık” kategorilerini de sanatın, poetika’nın amacı sayar.
Ortaya çıkacak sanat, gerçekliğin ve doğanın üstündedir ve ideal olanın yansısıdır ona göre. İdeal olana yönelmiş mimesis, realite içinde olmayan imkânsız ve saçmayı nesnenin formuna yansıtmalıdır. Ereğine uygun ama realite içinde imkânsız (a dynatos), imkânın yokluğunda ideale yönelmiş olarak ortaya çıkan eser, sadece ideal olarak bile realiteden üstün ve değerlidir Aristoteles’e göre. Mimesis, erekliliği içinde, nesneyi olması istenene taşıdığı, idealize ettiği zaman; sanat, bize doğanın fiziğinde henüz ortaya çıkmamış varlıkların yetkin formlarını (eidos-hyle) verdiği, görünür kıldığı için realiten üstündür. İmkânsız ve saçma olanın eserde görünüm kazanmasının, kamunun görüşüne (izleyici) sunulmasının; logos’u geliştireceğini, etik düzlemde iyi olana bağlanıp, iyi olduğu içinde güzeli yansıtacağını söyler.


Katharsis

Eski Yunancada kötü ve zararlı maddelerin vücuttan atılması anlamına gelir Katharsis, aynı zamanda etik ve dini edimlerin amacı olarak “ruhsal temizlenme ve arınma” anlamı taşır. İnsanda birikmiş aşırı duyguların hatta dürtülerin akıtılması, boşaltılması ve saflaştırmasıdır. Mimesis ile ortaya çıkardığı eser, seyircide meydana gelen haz, acı ve benzeri duygulardan arınma (katharsis ton pathematon) ile tamamlanmalıdır Aristoteles’e göre.
Sanatı, estetikten önce etik (ephos) içinde değerlendirir ve özellikle tragedyanın temel işlevinin arınma olduğunu düşünür ve şöyle der: ”Tragedyanın ödevi; uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu, tutkulardan temizlemektir.” İzlemenin hatta görmenin vereceği katartik etki sonucu, seyirciyi yani Polis yurttaşının duygusal olarak iyileşmesini, uyumlu hareket etmesini amaçlamıştır Yunanlılar. Aristoteles seyircide kathartik etki oluşturması için tragedyanın realitenin dışına çıkan mimesis sunması gerektiği söyler; bu sebeple asil kahramanlar, belirsiz kader ve şiirsel dil kullanılmalıdır. Diğer sanat eserlerini de, örneğin müzik, bu bağlantıyla açıklar: “melodilerin tesiri altında ruh boşalır, temizlenir (katharsis) ve rahatlar. Temizlenme veren melodiler, bütün insanlara saf zevk verir.” Sanat etkinliğinde, mimesis sebep; katharsis tepkidir.

Aristoteles’te Güzel

Metafizik’te “Güzel” için şöyle der Aristoteles: “Güzel’in en üstün formları yasalara uygunluk, simetri ve belirlenimdir.” Güzel, evrensel matematiğin formel yasalarına uygunluk içinde, simetri ve uyum gözeterek, tek tek parçaların bütünlük oluşturduğu bir harmoni zemininde ortaya çıkar. “Güzel, düzen ve büyüklüğün içinde bulunur.” der. Güzellik düzen, sınırlılık ve parçaların uyumlu biçimde birleşmesinden doğar. Arınma ile ortaya çıkacak denge, antik Yunan’da aklın (logos) izleği yolun ve sağduyunun ön koşuşudur çoğu kez. Yunanlılar için iyi, güzeldir veya güzel olan iyidir. İyi olup da güzel olmayan yâda güzel olup da iyi olmayan şey, onlar için değersiz, hatta geçicidir. Sanatın güzellik ereğinin, aynı zamanda “en iyi”yi yapma-ortaya çıkarma amacı taşıması gerektiğini düşünür ve şöyle der: “Sanat, doğanın yarım kalmış mükemmelliğinin tamamlanmasıdır.” 


Hegel - Tinin Fenomenolojisi

                    

 

Tin, ölümün, yani olumsuzun suratına gözlerini kırpmadan bakabilen, olumsuzun yanında konaklayabilen güçtür. İşte bu konaklamadır olumsuzu, varlığa dönüştüren büyülü güç."

Tinin Fenomenolojisi Önsöz

 

 

Hegel’in en önemli eseri 1807 tarihli Tinin Fenomenolojisidir. Alman felsefesinde Geist (İng. spirit) varlıkların, var olagelmesini sağlayan tözdür; insan ruhunun ve bilincinin özüdür. Geist’in dilimizdeki karşılığı Tin, eski Türkçede “Tın” kökünden gelir. Tin, evrendeki güçlerin tümüne içkin cevher dir. Tin, Türkçede ruhsal anlamında da kullanılır. Arapça ‘Ruh’ ve Farsça ‘Can’ kelimeleri de, Tin kavramını yansıtır. Tin (Geist), mekan-zaman içinde dünyalaşan ve varlıkları, oluş zeminine taşıyan ve onlarla değişen, çelişen, birleşen ve en sonunda kendine dönen İde’nin (Mutlak, Kendinde-Varlık, Tanrı, Evrensel Akıl) hareketidir. Tin, Kendinde ve kendi için Varlık dır. Tin, İde’nin evrendeki hareketinin özüdür. Doğa, İde’nin kendi dışına açılması ve kendine çelişki ile somutlaşması, madde kazanmasıdır. Tinin uzamda açılması Doğa, zamanda açılması Tarih dir. Tarih, insan ve kültür dünyası; Tinin dünyalaşmasıdır. Tinin gayesi, kendi özgürlüğünün gerçekliğini bilmek ve görmektir.

Tinin Fenomenolojisi adlı eser bilincin değişiminin ve tarih içindeki yolculuğunun betimlenmesidir. ‘Tin, insan ile varolur. Gerçeklik dünyası, sınırsız oluş içinde eksiltili ve değişen fenomenler bilgisidir. Bu sebeple Hakikat, bütündür.’ der Hegel ve Felsefenin görevini şöyle açıklar: ‘İde’yi yâda Mutlak’ı düşünce ile kavramak.’ Fenomenoloji, doğada dışlaşan ve tarihte olgulara dönüşen Tin’in görüngü sürecini; bilincin deneyimi olarak, kültür dünyasının antropolojik katmanlarını içinde betimler. Tinin tarihte kendisini gerçekleştirmesi, tinsel varlık olarak insana ve bilince bağlıdır. Kitap uzun bir önsüzün ardından Bilinç, Özbilinç, Akıl, Tin, Din, Mutlak Bilme bölümlerinden oluşur.


Bilinç, Fenomen, Fenomenoloji

Fenomenoloji, bilginin olanaklarını ve koşullarını araştırır; zihnin işleyişinin ve evrensel bilincin betimini sunar. Fenomenoloji, bilincin kendisini de fenomen olarak ele aldığından; algı ve deneyim ile ortaya çıkan özne-nesne ikiliğinin aşılmasını ve şeylerin özüne dair bilgi olanakları betimlemeyi hedefler. Fenomenoloji, yargı ve neden-sonuç kesintilerine uğratmadan, bilincinin geçirdiği değişimin bilimidir. Bilim, Tinin varlıklara açılmasının bilgisidir. Gerçeklik, diyalektik oluş düzleminde, zaman-mekândaki çelişki ve kapsayarak aşma (Aufhebung) ile gerçekleşir. Gerçeklik, kendinde gerçeklik olarak şeylik kazanmaz. Çünkü gerçeklik, her zaman kendine yönelmiş bir bilinç tarafından bilinen gerçekliktir.

Bilinç deneyimi ile soyut ve dolayımsız Kavram (mutlak), dolayıma girer ve gerçekliğe yansır. Bilinç, kendinde belirmiş fenomenlerin ortaya çıktığı varlıktır. Dış dünya nesnelerinin kendinde ve öz gerçekliğe sahip oldukları savunmak çelişkilidir. Şeyler, rastlantısaldır. Tekil nesneler, tikel kavramlar; şeylerin özündeki evrensel aklı ortaya çıkarmadığı için; dolaysız olarak verilmiş olanı betimleyeme dayalı yöntem olarak fenomenoloji, deney ve pozitivist argümanları yadsıyarak, şeylerin özünü ve bunların ortaya çıktığı evrensel bilinci araştırır.

Fenomenoloji, bilincin yâda zihnin özünün betimlenmesi, araştırma sahası yapılmasıdır. Hegel, Kant’ın phenomena (beliren şey) ve noumena (kendinde şey) biçimindeki epistemoloji ayırımını kritik eder; fakat çözümü belli minvallerde belirsiz kalır. Bilinç tarihte ilk önce kendi kendini deneyimler; hem özne, hem de nesnedir. Öznelliği ‘ben’ olarak ayrışmamıştır. Tarihin diyalektiği ve uğrakları içinde bilinç gelişme gösterir; karşısındaki bilinçleri tanır,  mücadele eder ve öz bilinç olur. Bilincin gelişmesi, aynı zamanda ona varlık imkânı veren Mutlak’ın kendisini dünyaya açması, özünü göstermesidir.


Mutlak, İde, Evrensel Akıl

İde, hakikatin kendisidir. İde, kendinde ve kendisi için hakiki olandır; kavram ile nesnelliğin mutlak birliğidir.’ Özne ile nesne, reel ile ideal, sonsuz ile sonlu oluş minvalleridir İde’nin. Mutlak, varlıklar için olanak ve güçtür. Mutlak, gerçekliğin henüz olmadığı durumdan, başlangıçta olmayan durumdan, olmaya geçmiştir; oluş ile gerçekliğe olanak (energeia/dynamis) vermiştir. Mutlak, varlıklar âleminde kendini, kendinden başkalaşarak gösterir. Tin, değişme, çelişme ve bütünleşme ile uğraklardan geçerken; aynı zamanda özdeşliğinde kendinde-Varlık dır. Gerçeklik (realite), İde’nin dünyada kendini gerçekleştirmesidir. Tinin doğada, tarihte ve bilinçte gerçekleşmesi özgürlük olacaktır. Tin, aslında hep kendisine geri dönen ve özdeşliğini koruyan İde’dir. İde’nin mutlak ve kendilik bilincine sahip görümündür Tin.

İde ile Akıl özdeştir ve bu sebeple “Akli olan gerçektir ve gerçek olan aklidir. Gerçeklik, akıl ile anlaşılabilir olandır. Gerçeklik, akıl ile ortaya konulan İde’dir.” der Hegel. İde’nin özdeşliği içinde dünyalaşır Akıl. Tarih, aynı zamanda İde olan Evrensel Akıl’ın (Tanrı Yasası) gerçekleşmesinin mekânıdır. Aklın Gayesi, tarihte ilerlerken Tinin kendi gerçekleştirmesi, kendilik bilincine varmış Tin olmasıdır. Tarih ile Tin dünyalaşır ve özü İde’ye geri döner; böylece kendi kavramını gerçekleştirir, gerçeklik olur İde. Mutlak, ancak sonda ortaya çıkar. Fenomenoloji’nin önsözünde bunu şöyle ifade eder: 'Hakiki olan bütündür. Bütün ise, kendi gelişimi yoluyla, kendini tamamlayan özden başka bir şey değildir. Mutlak hakkında, onun aslında bir sonuç olduğu, ancak sonda gerçekten olduğu şey olduğu söylenmelidir.'


Öznel, Nesnel ve Mutlak Tin

Gerçeklik, Tinin dünyalaşmasıdır ve “Gerçek, nesnel Tindir.” Var-oluş uğraklarında Tin, tekil bilince yansırken Öznel Tin; tekil bilinçlerin mücadelesi içinde Nesnel Tin, aynı zamanda evrenselliği ile Mutlak Tin dir. Varoluş zemininde belirerek kendini öznenin bilincine açan Tin, aynı zamanda özünü taşıdığı Mutlak’ın tümelliğini de zaman içinde açar. Öznel, nesnel ve mutlak Tin, varlık zemininde belirişleri ile ayrım olsa da, aslında Mutlak olanın özdeşliğinde ortaya çıkar. Tümel ve tekil, sonsuz ve sonlu uğrakları içinde barındıran Tin; aynı zamanda, Mutlak’tan eksilerek somutlaşır.

Dünya Tini, sürekli oluş halinde ve çelişki ile madde ve form kazanır; belirir ve ayrım ile somutlaşır. Özdeş ve tümel İde; doğada nesnel Tin, insanda öznel Tin olur. Kendisini olumsuzlayarak varlıkları hem muhafaza edip, hem de kapsayarak (Aufhaben) ilerler. Doğa, düşünceden yoksun madde olduğu için özgürlüğü veremez; bu yüzden Tinin amacı, özünde özgürlük taşıyan insan bilincine, düşünceye yansımaktır. Tinin saltık gerçeği, aktüelde tamamlanmış değildir. Tin nesneleşmesi sonludur ve bu sonluluk, özbilinç ile bütünleşen Mutlak Bilme ile ortaya çıkar.


Tarih ve Özgürlük

Özgürlük, Tinin kendini gerçekleştirmesidir. Tarih, inişli çıkışlı ilerler ve çelişkiler sonrasında bütünleşerek evrilir. Hegel’e göre Dünya Tini (Welt-Geist), siyasi liderleri, komutanları (kral İskender, Sezar, Napolyon) ve kavimleri, halkları ve özellikle de ulusları; kendi son amacını gerçekleştirmek, özgürlüğünü somutlaştırmak için araç olarak kullanır. Doğu toplumlarından, antik Yunan’a, Roma döneminde Cermen dünyasına ilerlemiştir Dünya Tini. Protestanlık ve Reformasyon sonrası, ilk defa Cermen Dünyası ile insan, öz-bilinç kazanmıştır Hegel’in Batı merkezli tarafgir tarih felsefesine göre.


Birey, Sivil Toplum, Devlet, Etik

Devlet, birey ve sivil toplumun çatışan öğelerini hem içinde alan, hem de diyalektik ile üst bir uğrağa taşıyan etik düzlemdir. Birey özgürlüğü, önce doğal ihtiyaçlarını bağımsız biçimde sağlayabilmesi, sonrasında özgürlüğünü toplumdaki diğer bilinç sahiplerinin özgürlüğü ile sınırlayabilmesidir. Hegel’in devlet düşüncesi bireyi değil, tümel olanı savunur; etik anlayışı da pratik olanı değil, olguyu temel alır. Toplumsal güç ile bireyin özgürlüğünü uzlaştırmak, modern devlet ile gerçekleşir. Devlet, birey ve cemaatlerin özgürlüklerini sınırlayarak uzlaştırdığı için aynı zamanda sivil toplum dur.


Mutlak Bilme - Zamanın Sonu

Son, Tinin kendisini Tin olarak doğru ve kesin biçimde bilmesidir.Mutlak Bilme’ bölümünde Hegel şöyle açıklar: ‘Tinin bu son biçimi –aynı zamanda kendi tam ve hakiki içeriğine kendilik formu veren ve bu yolla kendi kavramını gerçekleştiren, bu gerçekleştirmede de kendi kavramı içinde kalan Tin, mutlak bilmedir.’ Tinin dünyalaşmasının sonu, aynı zamanda Zaman’ın sonudur.

Tin, kendini zamanda dışsallaştırır; ama bu dışsallaşma tinin kendisinin dışsallaşmasıdır; negatif kendisinin negatifidir.’ Bu dışsallaşma yoluyla, çeşitli form ve içerikler üzerinden kendine geri döner ve ‘Tin, kendi varoluşunun saf öğesini, kavramı elde eder.Kavramın tam gerçekleşmesi, yâda kendi hakikati içinde Mutlak; Tin kendinin bilincine varmadan önce zamanda görünmez. ‘Zaman, orada olan kavramın kendisidir. Tin zorunluluk ile zamanın içindedir ve zamanda görünür. Ta ki kendi saf kavramını bulacağı, yani zamanı sileceği ana kadar.” Hegel kendi dönemi ve felsefesinde özbilinç ve özgürlüğün düşüncede elde edildiğini söyler.


Varlık ve Hiçlik

Kendinde ve kendi-için Varlık, varoluş zemininde belirmediği için, bilim ve gerçeklik ile tamlığında bilinemez ve kavranamaz. Kendinde-Varlık, tümel Kavram olarak, varlıkların dışındadır. Kendi-için Varlık mekanik, kimyasal ve organizma var-oluş ile dış-varlıklara olanak vermiştir. Doğaya, tarihe ve bilince yansıyarak Tin ile dünyalaşmıştır. Onun özünü, imkânını içermeyen hiçbir şey; var-oluş bulamaz, gerçeklik olamaz. 

Kendinde-Varlık’ın sonsuz özdeşliği ile sonlu Tin’in özne bilincindeki belirmesinin ve uzlaşmasının sonucu Kavram ile Gerçeklik bütünleşecek ve Tin, kendinin kendinde-bilincine ulaşacaktır. Tin dinde Tanrı, sanatta İmge, felsefede Düşünce dolayımı ile kavranır. Kendi-için Varlık özgürlüğünde sınırsız olduğundan, sonlu insan bilinci için sonsuzluğu ile Hiçlik dir.


Kant: Tanrı, İde, En Yüksek İyi, Ahlak ve Din


İde

İde derken, nesneleri hiçbir deneyde verilemeyecek olan, zorunlu akıl kavramları anlıyorum.” der Kant. Ona göre saf aklın İdeleri, Tanrı, Ölümsüzlük ve Özgürlüktür ve de apriori olarak doğuştan akıldadırlar. İde’nin sonlu insanda gerçekleşmesi, deneyimi imkânsızdır. Tanrının Varlığı, ahlak yasası, erdeme layık mutluluk, son kertede aktüel, gündelik içinde belirmez; İdeal olarak kalır. (Kant Felsefesinin Temelleri üzerine bir başka yazı)

İdeler, saf akılda hiçbir imkânsızlık, çelişme içermedikleri için bilinmeseler dahi, pratik açıdan kabul edilir veya edilmelidir felsefe eyleminde. Ve bu nedenle Tanrı İdesi’ni gerçekliği bir yana, var olup olmadığını kesinlik olarak bilemeyiz, kavrayamayız. Tanrı ve ruhun ölümsüzlüğünün imkânı, pratik akıl için yalnızca zorunlu varsayımdır.

Din ve Kötülük

Din, doğal ve dürtü eğilimlerine bağımlı insanın, ahlak ödevlerini kendi özgürlük ilkesinden değil; Tanrı iradesi ve buyruğu üzerinden pratik etmesidir. Din, insan doğasında bulunan ve ontolojik kötülük sorunsalı üzerine, ahlaki buyruklar verir ve yasa koyar. Fakat doğasındaki kötücül irade karşısında insanın aşkın iradeye yönelmesi; onu kötülük eyleminden uzaklaştırılamaz ve çoğu zaman din yetersizdir. Çünkü insan, akılın iradesi tarafından verilmiş kesin buyrukların sorumluluğunu almadıkça, aklın saf Özgürlük İdesi’ne yönelmedikçe; kötülük, yer değiştirmelerle, kavramların çatışkısı, içgüdü ve duygulanım ile dini yaşam alanı içinde dahi, mümkün ve makul olarak kendini yeniden üretecektir. Saf akıldan gelen Ahlak Yasası ise, evrenselliği içinde ve önsel zorunluluk ile eylemin sonucunu amaç edindiğinde; kişiyi ahlaki eylemin hem öznesi, hem de nesnesi olarak araç kıldığı için başka öznelerin varlığını; iyiliğini gözetmekle yükümlü kılacaktır. Ve böylece, pratik aklın ahlak yasası: “Ben, başkası olandır.der Kant.

Gayeler Krallığı ve Fazilet

Kant'a göre insan, "Kendi başına gayedir" ve akıl sahibi varlıklar, "Gayeler Krallığı” (Kingdom of Ends) kavramını oluşturur. Buradaki krallık ile Kant, “Çeşitli akıl sahibi varlıkların ortak kanunlar vasıtasıyla kurulan sistematik birliğini" anlar. Her akıl sahibi varlık, bu krallığın hem üyesi, hem de kralı olabilir. "Evrensel kanun koyucu olarak bulunduğu ve koyduğu kanunlara kendisi de tabi olduğunda krallığın bir üyesi; kanun koyucu olarak başkasının hiçbir istemesine bağımlı olmadığı zaman da, kral olur". Fazilet ile mutluluk arasındaki ilişki konusunda, antinomi ile karşı karşıya kalırız. Pratik akıl bir taraftan fazilet ile mutluluk arasında zorunlu bir bağ ister. Oysa Fazilet, ne bu hayatta, ne de başka bir hayatta elde edilebilir. Fazilet, hayatta iken kazanılmaz ise, içinde onun kazanılabildiği başka bir hayat olmalıdır. Bu durumda ahlâk kanunu imkânsızı emreder gibi gözükür. Bu problemi Kant, Tanrı’nın Varlığı ile çözmeyi ortaya koyar: “En Yüksek İyiyi gerçekleştirmenin şartı olarak ruhun ölümsüzlüğünü postula olarak koyan ahlâk kanunu; fazilet ile mutluluk arasındaki zorunlu sentetik bir bağın şartı olarak da, Tann'mn varlığını postula olarak koymaktadır. Çünkü Tanrı'nın varlığını varsaymaksızın, En Yüksek Iyi'nin gerçekleşme imkanı yoktur. Ahlâk kanunu, mutlu olmaktan ziyade kendimizi mutluluğa lâyık hale getirmemizi emreder. Ama mutluluğu ümit etmeye; istemesi, yaratıklarının mutluluğa lâyık olmasını isteyen ve mutluluğu onlara verebilecek olan Tanrı vasıtasıyla hak kazanırız. Çünkü mutluluk ümidi, ilkin ancak din ile başlayabilir"


Özgürlük İdesi ve En Yüksek İyi: Tanrı

Özgürlük, deneyim bilgisi değildir. Özgürlük saf akılda belirmiştir ve “Yapmalısın, çünkü yapabilirsin” postulatını vermektedir. Akıl, duyusal koşullar ve dürtüsel maksimler altında kalmadan davranışlarını nesneye yansıtıyorsa; bu saf pratik aklın özerkliğinin ve özgürlüğünün iradeye biçim vermesidir. Duyumların, istek nesnelerinin değil de; özgürlüğün maksimleri tarafından biçimlendiği koşulda, ahlaklılık ortaya çıkar. En Yüksek İyi, saf aklın Özgürlük İdesi’nde var olagelen, ahlak yasasının pratik akıl ile gerçekleşmesinin, aktüel eyleme dönüştürmesinin sağlayıcısıdır ve onu tüm davranışlarımızın son amacı yapmak, Yasadan Doğan Ödev dir ve şöyle der “Öyle eyle ki, senin istemenin maksimi, aynı zamanda genel bir yasamanın ilkesi olarak da geçerli olabilsin.” 

Tanrı, bilgi alanın dışında, ama saf aklın özgürlük idesi sonucunda, düşünce olarak insanda doğuştan belirmiştir. Pratik aklın buyruğundaki Ahlak Yasası, bizi En Yüksek İyi’yi istemeye amaçlandır. En Yüksek İyi, Tanrının varlığıdır. Böylece ahlak yasası, bilgisi belirmese dahi, aklın pratiğinde Tanrının varlığını imkân olarak zorunlu görünür. Özgürlük idesi, Tanrı’nın varlığını ve Kozmosu amaçlar ve ona doğru ilerlemelidir. Özgürlük İdesi’nin akıldaki varlığı, diğer kavramların gerçekliğine zemin verir. Fakat pratik aklın özgürlüğünün, görünür dünya deneyimi her zaman sorunsaldır. Bu sebeple, Kant şöyle der: “Özgürlüğün ne olduğunu bilemeyiz; ama yine de bu ideye göre davranmamız gerekir; çünkü idenin yansıması ile hareket ettiğine göre insan özgürdür.” Ve şöyle devam eder: Özgürlüğün kendisine mutluluk denemez. Çünkü o, bir duygunun pozitif olarak katılmasına bağlı değildir; Kutsallık da değildir tam olarak, çünkü eğilim ve ihtiyaçlarımızdan tam bağımsız olmayı içermez.  Ama yine de en azından iradeyi belirlemesi ve duyumların etkisinden kendini uzak tutabilmesi bakımından, kutsallığa yakındır.

En Yüksek İyi, Tanrı, iki farklı anlamı taşıyabilir; En Üstün (Supremum) veya En Yetkin (Consummatum) olandır. En üstün, kendi koşulsuz olan koşuldur; en yetkin, bütünün parçası olmayan daha büyük bütündür. En yüksek İyi’ye erişilme gayesinin fenomenler dünyasında imkânsız olmasının yarattığı çelişkiyi çözmek için Pratik akıl,  akıl edilebilir ve akılda doğuştanlıkla var olan Tanrı İdesi ile iradesini tamamlamak, yasa koyutlamak zorundadır.

Tanrı’nın varlığının kabulü, pratik aklın kullanımın sonucu değildir, sonulu varlık için ihtiyaçtır ve “Umut, ilkin ancak din ile başlayabilir.” En Yüksek İyi’nin varlığını ve iyi niyeti mümkün kılan koyutlaması şudur Kant’ın: “Öyleyse en yüksek iyi için var sayılması gereken, doğanın en üstün nedeni, anlama ve irade aracılığıyla doğanın nedeni, bunun sonucu olarak da yaratıcısı olan bir varlık, yani Tanrı dır. Sonuç olarak en yüksek türetilmiş iyinin, en iyi dünyanın imkanlılığının koyutu, aynı zamanda en yüksek asli bir iyinin gerçekliğinin, yani Tanrı’nın varlığının koyutudur.” 

Kant'ın ahlâk felsefesinin merkezinde, Tanrı değil; pratik akıl ile insan bulunur. Ama, pratik akıl düzleminde Kant'ın ahlâkı, insanı ümitsizliğe düşürmektedir. Çünkü, Tanrı'ya inanmayan bir insan için, En Yüksek İyi’nin gerçekliği, pratik ve fikri zeminde yoktur. Bu çelişki karşısında Kant, yaşam pratiği alanında çıkış için metafizik olarak Tanrı kavramına bağlanır, Tanrı’yı umar. Çünkü, En Yüksek İyi’yi pratik olarak zorunlu kılacak ancak ve sadece Tanrı dır.