Müziğin Kökeni ve Şamanizm



Müziğin Kökeni

Müziğin tarihine ait ampirik verilerin değerlendirilmesi dahi, çoğu kez sezgiye dayalı spekülatif bilgiler içerir. Konu dil ve müzik olunca, evrenselliğin ve tarihselliğin iç içe geçtiği karma yapı ve anlamlarla karşılaşırız. İnsan bedeni, evrensel olarak sağ elini ve beynin sağ bölümünü kullanma konusunda daha beceriklidir, gelişmiştir. Evrensel müzik algısında, dalga boyu titreşiminden dolayı la, do ve sol; kulağa hoş gelen (konsonans) seslerdir. Müzik, birçok dile Yunanca “Musike” (Musa’ların, Perilerin konuştuğu dil) kelimesinden geçmiştir. Müziğin ortaya çıkışı konusunda net ve tek bir kaynağa sahip değiliz, tarih öncesi dönem mağara duvar resimlerinde dans figürleri var. Dans ve ritmik hareketlerin kökenleri, homo sapiens öncesine kadar gidiyor. Kuşlarda olduğu gibi insanlarda da dans hareketleri; eş seçimi (cinsel seleksiyon) için önemli bir unsur idi. Müzik aleti olarak elimizdeki en eski bulgu, Neandertal insanı’ndan kalma olduğu düşünülen Ukrayna-Sibirya havzalarındaki mağara kazılarından çıkarılan ve 40-35 bin yıl öncesine ait hayvan kemiğinden yapılmış kavallar.
40-35 bin yıl öncesine ait Kemik Kavallar

Tek Sesliden Çok Sesliye Geçiş

1980’lerde, M.Ö. 2800’lü yıllarından ve Mezopotamya bölgesinden kalma kil tablet üzerinde nota sistemine benzer veri bulundu. Böylece müziğin tek sesliden çok sesliye geçtiği genel bilgisi, yıllar sonra yalanlanmış oldu. Tarihsel süreçte şarkı, dans ve ağıt içeren topluluk eylemleri vardı, Asya ve Afrika yaşamında müzik, dans ve ayin uzun zaman iç içeydi. Organum (temel ve değişmeyen ses melodisi) dikey olarak kendine eşlik eden iniş-çıkışlı ses ile çok sesli müziği oluşturdu. Batı Müziği, yarım aralıklardan oluşan 12 notalı sistem dir; yarım aralıklardan oluşan küçük ses sistemine, koma denir. Batı Müziği, dikey olarak çok sesliliği elde etmek için, koma nüanslarını yoksullaştırmıştır; koma nüanslarının azalması ile yatay melodik harmoni cılızlaşarak, yerini çok sesliliğin temeli, dikey seslilik ve ölçü düzenine bırakmıştır.

Bozkır Topluluklarında Müzik: Şaman ve Coşkunluk Hali
Yazılı tarih öncesi Bozkır topluluklarında müzik, hayvanlarla konuşmak anlamına geliyordu. Bozkır toplulukları, medeniyet havzasının dışında konar-göçer yaşadıkları için hayvanlarla iletişime öykünüyorlardı. Günümüze ulaşan en eski destan Gılgamış’ta Enkidu, bozkırdan gelen ve hayvanların dilinden anlayan kahramandı Enkidu, Gılgamış ile dost olup, medenileştikçe hayvanlarla olan konuşma yeteneğini kaybeder. Tarih öncesi ve sonrası göçebe yaşayan topluluklarda, halklarda Şamanizm kültürü ve pratiği binlerce yıl devam etti. Günümüzde çok azda olsa Sibirya bozkırlarında, Afrika ve Latin Amerika yerlilerinde şaman inancının ve ayinlerinin izleri görülmektedir. Tarihte Şaman inancının etkili olmasındaki temel nedeni şamanların, insanın doğasındaki dürtü malzemesini serbestçe ifade etmeleri ve göstermeleriydi. İnsanların ruhsal mekanizmasındaki aşkın (imajinal varoluş) halini yaşayan Şaman, insanları gösterdiği performans ile etkiliyordu. Peki, medeniyet havzasındaki peygamberlere de şaman diyebilir miyiz? Dürtü malzemesini insanlara yansıtan ve bu olağandışı davranışlarıyla insanları etkileyen bazı peygamberler aslında, şaman kültürünün devamıydı. Delirme ve coşku içeren Şaman performansı, unuttuğumuz veya bastırmaya çalıştığımız içsel bir aynalamanın psişik görünümüdür ve insanın etkilenmemesi imkânsızdır.

Şaman çizimi, Güney Afrika Yerlilerinin Mağarasından

Şaman Müziği

Şaman pratiğinde müzik, temel ritüeldir. Şaman müziği, köken olarak Tuna Türkleri'ne dayanır; günümüzde Sibirya şamanlığı, neo-Şamanizm olarak varlığını sürdürmektedir. Ölçü, her müzik eserinde melodiyi belirlemez; ölçüden bağımsız olarak melodi vardır. Çok sesli gırtlak ve vokal icralarına, doğaya öykünerek insan sesini polifonik olarak kullanan Moğolistan şamanlarında halen görüyoruz. İnsan sesinin oktavları arasındaki bu serbest dolaşım, kimi zaman yoğun hırlamalar ve böğürmeler biçiminde seslendiriliyor. Şaman ritüelleri, bir şaman ve onun çevresinde toplanmış insanların; geniz arazide dans, ağıt ve coşku ayinleri idi. Şaman saz veya benzeri bir araç ile ses çıkartırken; Batı müziğindeki gibi dikey değil, oktav üzerinden yatay olarak çok sesli müzik icra eder. Şamanlar, medeniyeti ve onun dürtü kontrollerini kabul etmemişlerden oluşuyordu ve böylece onlar, medeniyet havzası dışındaki alternatif yaşamın temsilcisi oldu.

Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Gıybet Naziresi


enkazına sahip çıkmak

meta fetiş güzellikleri

yeldeğirmeni, uzun hafız sokağı

zayi olmuş izi kalan yeliz'in kalçası

bakışı yazı ve kışı

selam kal-dı-rım-lar.

 

araba çarptı kız düştü

can havli ile bacaklarını örttü

ruha cinayeti gördü

pasajlarda, vitrinlerde acil kan aradı

5 il ve ilçede tebessüm etti

değer-sizliği bilemeyeceksiniz.

 

yetim, öksüze ana avrat sövdü

o da kendine sövdü 

andımızı sevdi, başının üstüne koydu

faşizm öğreten ilkokul öğretmeni

çarşambaları sel aldıkça

bıraktı gövdesini hafriyat çamuruna

öfkesini göremeyeceksiniz.

 

sicilya limanında işçi yürürken, paris’te geceyi gördü

geldi nevizade'de torba tuttu

elinde lirikleri ve emperyal oteli

ya ece Ayhan onu tanıdıysa

bulut’u bilemeyeceğiz.

 

olmalı, olmadı diye

vazgeçemez görünmeyen güneşten 4. tekil şahıs

ve onun -i, -e, -da, -dan ve yalın hali

başka cumhuriyet'te, bir başka hevesle

keşkesiz ve hoşçakal.

Medeniyetin Başlangıcı: Mezopotamya, Aborjinler ve Kaya Sanatı


Aborjinler ve Kaya Sanatı


Ekonomi ve bilginin gelişmesiyle zorunlu olarak uygarlığa geçilmiştir hipotezine karşı Avustralya yerlileri Aborjinler önemli bir itiraz noktasıdır. Aborjinler medeniyet alanındaki tüm müdahalelere rağmen, kendi yaşam koşullarını yarı melez ve medeniyet dışı olarak hala devam ettirmektedirler. Mağaralarda barınan Aborjinler, kendi içlerinde farklılıklar gösterirken toplayıcı-avcı sürüler olarak da yaşamaya devam ettiler. Aborjinler, kaya sanatı pratiklerinde çok çeşitli üslup ve teknikler kullanmaktadır. Peki, Aborjinler neden mağaralarda yaşıyordu? Aborjinler, Buzul tehlikesi olmamasına rağmen, mağaraları barınak olarak tercih ettiler. Medeniyet ve yerleşik hayat sürürken bile insanlar zaman zaman mağaralara, izbe alanlara gidip, resimler yapıyordu. Tarih boyunca insanlar yaşarken, çoğunlukla aynı kaygılarla, duygularla temsillere ve sanata yöneldi. İnsanlığa ait en eski gömü, mezarlık bulgularına baktığımızda dikkat çeken nokta, hayvan ve insan kemiklerinin özenle ayrı tutulmuş olmasıdır. Aborjinler ölülerini hem yakıyor, hem de kemiklerini yanlarında taşıyorlardı. Kemiklerin ölen kişiyi değil, atalarının ruhunu temsil ettiğine inanıyorlardı. Aborjinler’in yanlarında taşıdıkları kemikler, ata soylarına olan bağın ve sonsuz ruhun temsilcisi idi.  Aborjinler, hala kültürlerini yaşamaktadır. 
Aboriginal pictographs in Kimberley, Western Australia
Aborjinlerin piktografik kaya çizimleri - Kimberley, Avustralya
Tarih boyunca insanlar yaşarken, aynı kaygılarla, aynı mitik duygularla resme-sanata yöneliyorlardı. Modern insan için ölüm, yok oluş olarak korkunç bir deneyim ama acaba homo sapiens’ler için ölüm ne ifade ediyordu?  Homo sapiens’lerdeki gömü/mezarlık işlemlerinde ilk dikkat çeken nokta hayvan ve insan kemiklerinin itina ile ayrı tutulmasıydı. Aborjinler, ölülerini hemen yakıyor, kemiklerini ise yanlarında taşıyorlardı. Kemiklerin ölen kişiyi değil, atalarının ruhunu temsil ettiğine inanıyorlardı. Aborjinler’in yanlarında taşıdıkları bu kemikler, ataları olan tek ve sonsuz bir ruhun temsilcisiydi.  Aborjinler, mülkiyet yapısına sahip olmasalar da, sürü halinde yaşayan insanlar olarak bir ataya ya da soy bağına dayanarak hareket ediyorlardı. 

Medeniyete Geçiş: Ur ve Ziggurat

Buzulların çekilmesinden sonra, M.Ö. 12-10 bin yıl önce ılıman iklimle birlikte Neolitik Çağ’a (Yeni Taş Çağı) girildi. Neolitik çağ ile birlikte tarım başladı, fakat hemen yerleşik hayat gelişmedi, uzunca bir süre yerleşik ve toplacı-avcı yaşam bir arada ilerledi. 3.500 yıl önce Mezopotamya’da sulamalı tarım ve kanal sistemine geçilmesiyle birlikte medeniyet başladı. Tarımının organizasyon ve güçlü iş bölümü gerektirmesi nedeniyle medeniyetle birlikte şehir devletleri (site) kuruldu. Bunların içinde en önemlileri Ur ve Uruk idi, şehrin ortaya çıkmasıyla birlikte Ziggurat denilen tapınaklar yapıldı. Şehir, yerleşik hayat ve nüfus artışı sonrası işbölümü gelişti, devamında tapınaklarla birlikte rahipler sınıfı ortaya çıktı. Bilginin aktarılması ve kalıcılığı zorunlu hale geldi ve yazı gelişi, böylece tarih başladı. Günümüze kalan ilk yazılı kaynaklar, tapınakların önemini gösteren, muhasebe kayıtlarıdır. Kayıtlarda, tapınakların kontrolündeki tahıl stoku ve dağıtımı verilerine rastlanmaktadır. İlk kayıtlar; artık üretimin nasıl paylaşılacağı, kıtlıkla mücadele v.s. amaçlar için tanzim edildi. Tarıma dayalı yerleşik hayat ile birlikte egemenlik mücadelesi ve siyaset başladı. Egemenlik kavgasının nedeni, tarihin her döneminde olduğun gibi artık birikimin saklanması ve paylaşılmasıydı. Artık birikim üzerinde hâkimiyet kurmak için harekete geçen insanlar, devlet, takas ekonomisi gibi kurum ve teşkilatları geliştirdiler. 
Zigurat of Chogha Zanbil, Iran
Ziggurat, İran
Bu dönemdeki diğer önemli gelişme, tunç madeni oldu. Tunç, çinko-bakır karışımıyla elde ediliyordu; üretilmesi ve kontrolü için yoğun işbölümü ve örgütlenme gerekiyordu. Bu sebepler tunç üreticileri zamanla birikimlerini korumak için, örgütlenip silahlı erkeklere dönüştüler. Böylece “rahip” sınıfından sonra, diğer önemli sosyal tabakalaşma “asker” sınıfı ortaya çıktı. 

Barbarlar, Şehir Devleti, Ticaret

Mezopotamya’daki site yaşamı, güçlü devlet organizasyonu ve bürokrasi getirdi. Bu dönemde at, sığır ve domuz evcilleştirildi. Toplayıcı-avcı klanlar, Mezopotamya siteleri ile yakın coğrafya içinde yaşamaya devam ettiler. Ata soyu, kan bağı esasına dayalı bu kabileler, daha saldırgan ve yağmacı oldukları için eski Yunanlılarla birlikte “barbar” olarak anıldı. Akdeniz Havzası-Mezopotamya-Himalaya arasındaki paraleldeki yerleşik topluluklara medeniyet-şehir devletleri denilirken, Kuzeyinde kalan bölgelerdeki Türkler, Moğollar, İskitler v.s. den oluşan topluluklara, “Bozkır Toplulukları” denildi. Bozkır toplulukları, şehir devletleri gibi ticaret yapmak zorundaydı, hiçbir kabile kendine yeterli artık birikimi sağlayamadığı için her zaman ticaret olmuştur. Hatta Cengiz Han ile Moğollar, tarihi İpek Yolu’nun uzun bir dönem hâkimi oldular.

 “İnsan Kurban Etme” Ritüeli 

Medeniyetin ilk yıllarında, tarım öncesinden gelen arkaik hatta arketip insan kurban etme ritüeli vardı. İnsan Kurban etmeyi kanıtlayacak arkeolojik bulgu, ritüelin biçimi nedeniyle günümüze ulaşmamıştır ama konuya dair antropolojik kaynaklar, yazılı metinler bulunmaktadır. Tarıma dayalı ilk toplumlar, Kozmosun devam edebilmesi, denge ve bereket için kurban verilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu amaçla, seçilen gürbüz bir delikanlı yıl boyunca doğanın nimetleriyle iyice besleniyor, tapınak rahibesi ile çiftleştirilip sonra hasat zamanı parçalanıp, parçaları kosmosun ebediyeti için tarlalara serpiliyordu. Sümer Tanrıçası İnanna ve Dumuzi arasındaki efsane, bu inanışın yansımasıdır.
'Queen of the Night' Babylonia Goddess Ishtar or Ereshkigal 'Queen of the Night' - circa 18th century BCE
"Gecenin Kraliçesi" adıyla bilinen İnanna kabartma heykeli, M.Ö. 18. yüzyıl

Medeniyetin Başlangıcında Sanat

Medeniyetin doğuş yıllarındaki sanatta yine belirgin olarak Ana Tanrıca temsili ve izleğini görüyoruz. Fakat yerleşik hayatla birlikte tanrıça figüründe büyük bir çeşitlenme ve değişim başladı. “Lausssel Venüsü” adlı bulguda, tanrıçanın elindeki boğa boynuzundan dönem insanın aritmetik ve ay takvimi hesaplamasını bildiğini söyleyebiliriz. Tarih öncesi dönemlerde Boğa hayvanı, ana tanrıçanın temsili olarak değerli ve kutsal kabul edilmişti. Ana tanrıça figürlerinde yüzünün gizli veya belirsiz oluşu, bu dönemlerdeki birçok bulguda da görülmektedir.
Lausssel Venüsü
Neolitik çağa ait ilk yazılı kayıt olan ambar kayıtlarından, sonra günümüze gelen ikinci bulgu, “İnanna’nın Yeraltına İnişi” adlı anlatı şiiridir. İnanna’nın bereket tanrısı olarak yılın 6 ayı yer üstünde, 6 ayı da yeraltında yaşadığına inanılıyordu. Kurban etme ayinlerinin üst mitik yapısının, İnanna’nın yeryüzündeki yaşamına ve bereketine şükran diyebiliriz. İnanna figürünü, daha sonra farklı isimlerde diğer mitolojilerde görüyoruz.  İnanna bereket tanrısı olarak Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele, Yunan’da Afrodit olarak ortaya çıkmıştır. Paleotik çağdaki ana tanrıça figürü üzerinden yaptığımız genellemeleri, neolitik çağda artık yapamıyoruz, tanrıça figürleri çeşitleniyor ve farklılaşıyor. Ana Tanrıça o kadar kadim bir insan ihtiyacın arayışı ki, hala izlerini sürebiliyoruz.
Venüs heykelciklerinde yüz hatları belirsizleştirilip, kutsal kılınırken; üreme organları, özellikle belirli, hatta abartılı biçimde gösterilmiştir. Ana tanrıca figürlerindeki motivasyon ölüme değil; doğumun gizemine, doğurganlık ve yaradılış mucizesine dönüktür. Neolitik çağ birlikte, farklı kadın figürleri karşımıza çıkmaya başlar. Neuchahel Venüsü, doğurganlık ile yumurtlama arasında karmaşık biçimdir. Ana tanrıçadaki doğum-bereket temsili, Neolitik Çağ birlikte yavaş yavaş aşk ve güzellik kavramına doğru değişmeye başlar. Dönemin önemli temsillerden biri de ”Sürüngen Kadın” figürüdür. Bu süreçte ana tanrıça figürü değişim geçirerek doğurgan hatlardan daha kadınsı, erotik temsile doğru evrilmiştir.
Venus of Neuchâte
Neuchâtel Venüsü
ilk yazılı belgeler olan ambar kayıtlarından, sonra günümüze gelen ikinci bulgu, “İnanna’nın Yeraltına İnişi” adlı şiirdir. İnanna’nın bereket tanrısı olarak yılın 6 ayı yer üstünde, 6 ayı da yeraltında yaşadığına inanılıyordu. Kurban etme ayinleri, bir yanı ile İnanna’nın yeryüzündeki yaşamına ve bereketine şükran idi. İnanna, daha sonra farklı isimlerde diğer mitolojilerde devam etti. Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele, Yunan’da Afrodit olarak ortaya çıkmıştı.

Yılan başlı, sürüngen kadın veya tanrıça heykelciği

Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Medeniyetin Başlangıcı ve Sanat, İnsan Kurban Etme ve Tanrıça İnanna


Konuşmacı: İskender Savaşır



Uyarı: Seminer notları konuşmacının sunumunu tam olarak yansıtmıyor olabilir!  - Ahmet Usta



Yerleşik Hayat ve Site Yaşamı


Mezopotamya’daki site yaşamı, güçlü bir devlet organizasyonu ve bürokrasi getirdi. Medeniyetin oluşması ile örneğin Sümer halkında yaşam süresinde kısalma görüldü, bunun nedeni yerleşik hayat ile birlikte hayvanlarla birlikte barınma ve salgın hastalıklar idi. Bu dönemde at, sığır ve domuz evcilleştirildi.

Tarıma dayalı ilk medeniyet olarak Mezopotamya sitelerinin, yanı sıra aynı dönemde toplayıcı-avcı olarak yaşan sürü toplulukları da, site dışında yaşamaya devam ettiler. Toplayıcı-avcı ve kan bağı üzerinden sürü halinde yaşan bu kitleler daha saldırgan, yağmacı oldukları için tarihte çoğunlukla barbar olarak nitelendirildiler. Barbarlar, yerleşik hayat sürmedikleri için zamanla üreme olarak faklı kan bağları ile değişik etnik kompozisyonlar göstermeye başladılar.

Bu dönemde site/devlet yapısı içerisinde rahipler, medeniyet öncesi homo erectus ve sapiens kökenli şamanın, dini ve sosyal işlevlerini devraldılar. Yerleşik olmayan topluluklarda da, şahman benzeri insanlar bulundu ama bunlar site içindekiler rahipler gibi ticari-siyasi güçten biraz daha farklı olarak mistik-büyücü yanlarını koruyorlardı. Akdeniz havzası-Mezopotamya ile Himalaya paralelindeki yerleşik topluluklara medeniyet/site devletleri denilirken, Kuzeyinde kalan bölgelerdeki Türkler, Moğollar, İskitler v.s. den oluşan topluluklara, “bozkır imparatorlukları” denildi.
mağara sanatı resminde bir şaman figürü - Güney Afrika'dan

"İnsan Kurban Etme" Ayini


Medeniyetin ilk yıllarında, tarım öncesine dayanan kurban etme ayini vardı. Bu ayin, tanrı efsanelerinin öncesinden geliyordu. Burada önemli bir nokta, kurban etme ayinlerine ait henüz arkeolojik kanıt yoktur ama antropolojik olarak kaynaklar bulunmaktadır. Tarıma dayalı ilk toplumlar, Kozmosun devam edebilmesi için kurban verilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu amaçla, seçilen gürbüz bir delikanlı yıl boyunca doğanın nimetleriyle iyice besleniyor, tapınak rahibesi ile çiftleştirilip sonra hasat zamanı parçalanıp, parçaları kosmosun ebediyeti için tarlalara serpiliyordu.
Atargatıs - Nabatalılar'ın Bereket Tanrıçası

Pier Paolo Pasolini’nin muhteşem filmi Media'da, "insan kurban etme ayini" çok etkileyici biçimde anlatılır. Gerek "kurban" anlatısı, gerek ise Pasolini’nin özgün sinematografisi için izlenilmesini şiddetle tavsiye ederim.

Aynı dönem içinde, site ve yerleşik hayatın dışında kalan, örgütlü olarak kabile düzeninde yaşamaya devam eden yarı "barbar topluluklar" vardı. 

Savaş ve Ticaret

Yerleşik ve bozkır toplumların savaş taktikleri de birbirinden farklı idi. Her iki toplulukta savaş ve işgal döneminde yağma ve katliam yapıyordu. Mesela Moğollar çok farklıydı işgal ettikleri yerde, kimi zaman hiçbir medeniyet kalıntısı ve canlı bırakmıyor, kimi zamanda az zarar veriyorlardı.

Bozkır imparatorlukları da, site devletleri gibi ticarete önem vermek zorundaydılar, hatta Cengiz Han ile Moğollar, tarihi İpek Yolu’nun uzun bir dönem hâkimi oldular. Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir topluluk kendine yeter artık, birikimi sağlayamadığı için topluluklar her zaman ticaret yapmak zorunda kalmıştır ve her zaman ticaret vardı.

Medeniyetin Başlangıcından Sanat

Sanat örneklerine bakıldığı zaman bozkır ve medeniyet sanatının çok net ayrılıklarını görebiliyoruz. Yerleşik toplumların sanat ürünlerinde, süslemecilik ön plana çıkıyordu. Medeniyetin doğuş yıllarındaki sanatta yine belirgin olarak Ana Tanrıca temsilini görüyoruz fakat yerleşik hayatla birlikte tanrıça figüründe büyük bir çeşitlenme ve değişim başlıyor.

Tarih öncesi Lausse Venüsü (eksi 20-25 bin) heykelciğideki tanrıçanın elindeki boğa boynuzundan  dönem insanın asgari bir aritmetik bildiğini söyleyebiliriz. Boğa hayvanı, ana tanrıçanın önemli bir temsilini oluşturuyordu ve kutsal olarak kabul ediliyordu.
Laussel Venüsü 
Ana tanrıça figürlerinde evrensel olan, tanrıçanın yüzünün gizli veya belirsiz oluşudur. Venüs heykelciklerinde yüz hatları belirsizleştirilip, kutsal kılınırken vulva bölgesi ise doğurganlığa vurgu olarak abartılı biçimde temsil edilmiştir.

Tarih öncesi ve neolitik çağda insanları sanat yapmaya iten motivasyon, "ölümün ve doğumun gizemi" olmuştur. Benim şahsi fikrim, ana tanrıca figürlerindeki motivasyon ölüme değil; doğumun gizemine, doğurganlık-yaradılış mucizesine bağlı olarak gelişmiştir.

Neolitik çağ birlikte sanat eserlerinde başka kadın figürüleri karşımıza çıkmaya başlıyorBu dönem ana tanrıça figüründeki değişimin önemli örneği olarak “sürüngen kadın” temsilinin belirmesini gösterebiliriz.
       Sürüngen Kadın - figurines with reptilian looking heads -  6000 BC-4000 BC
Paleotik çağdaki ana tanrıça figürü üzerinden yaptığımız genellemeleri, neolitik çağda artık yapamıyoruz, tanrıça fügürleri çeşitleniyor ve farklılaşıyor. Ana tanrıçadaki doğum-bereket temsili, neolitik çağ birlikte yavaş yavaş aşk ve güzellik kavramına doğru değişmeye başlıyor.

Sümer Tanrısı İnanna

Neolitik çağa ait ilk yazılı kayıt olan ambar kayıtlarından sonra günümüze gelen ikinci bulgu, “İnanna’nın yer altına inişi” adlı anlatı şiiridir. Tarım toplumlarının ilk dönemlerinde Sümer tanrısı İnanna'yı görüyoruz ve mitik inanışın temelini oluşturuyor.

İnanna göğe, yeryüzüne ve yeraltına egemendi. O, Tanrı Enlil'e isteğini yaptırmış, Enki'yi aldatamayı başarmış, cazibeli kadın tanrıydı. İnanna, bereket ve yer değiştirmenin (ticaret, hırsızlık, ölülerin yerin altına inmesi gibi) tanrısıydı. İnanna’nın bereket tanrısı olarak yılın 6 ayı yer üstünde, 6 ayı da yeraltında yaşadığına inanılıyordu. Kurban etme ayinlerinin üst mitik yapısının, İnanna’nın yeryüzündeki yaşamına ve bereketine şükran olduğunu söyleyebiliriz.
Mezapotamya Ana Tanrıçalarından İştar - M.Ö. 4 binler
Mezapotamya’nın tanrısı İnanna figürünü, daha sonra farklı isimlerde diğer mitolojilerde görüyoruz. İnanna, Akatlar'da İştar, Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele, Yunan’da Afrodit olarak ortaya çıkmıştır. İnanna, zaman içinde tarımsal yaşamdaki bereket tanrısı figüründen, Helen dünyasındaki Afrodit temsiline ve arzu noktasına kaymıştır. 

Homo Habilis, Erectus, Sapiens, Mağara Sanatı, Willendorf Venüsü


İnsanlık tarihini başlangıcı ve gelişim sürecine ait olarak insansı türlerinin çok sayıda tanımlaması ve sınıflandırması bulunuyor ve yer yer tanım ve özellikler iç içe geçiyor ve karıştırılıyor. 

Homo Habilis (becerikli insan)

İnsanlık ailesine ait en önemli özelliği kendine barınak yapması ve ailet kullanmasıdır.  Habilis’ler yalnızca Afrika’da yaşadı. Ateşi kullanmayı bilmiyorlardı ve bizlerden en büyük farkı beden yapısından dolayı et değil, leş yiyordu. Tarihi geçmişi -1,5-2 milyon yıla kadar uzanabilir. Habilis’lerin beyin yapısına bakıldığında, primat canlılar grubu (goril, şempanze) gibi gelişkin bir sembolizasyon yeteneği var ama dil henüz oluşmamıştır.  (http://tr.wikipedia.org/wiki/Homo_habilis)

Homo Erectus (dik insan)

Homo erectus, soyu tükenmiş insansı türüdür ve modern insanların (Homo sapiens) atası kabul edilmektedir. Yaşam tarihi olarak -1,9 milyon yıl öncesine geri götürebiliriz. Afrika’dan dünyaya yayılan insansı türüdür. İlk fosil Cava Ada’sında ortaya çıkarılmıştı, bu sebeple Java insanı diye de isimlendirilir. Yüksek ihtimal ile ateşi kullanıyorlardı ve siyah deriliydiler. Atalarımız olarak kabul edilmesinin temeli, ayakları üzerinde durup, yürüyerek diğer primatlardan ve habilislerden farklılaşmasıydı. Hareketlilik gösterip, sürü halinde yaşayarak Afrika’dan çıkıp, kuzeye doğru dağıldılar. Erectus’un, beyin-kafatası hacmi habilislerden büyük, sapienslerden küçüktür. Anatomik yapı olarak erectus ile sapiens insansı arasında benzerlik yüksektir. Homo erectus, ateşi kullanan ve mağaralarda barınan ilk insan türüdür.(http://tr.wikipedia.org/wiki/Homo_erectus
homo erectus
Homo erectus

Homo Sapiens  Neandertalis  (magara insanı)

Sapiens öncesi insansı insan Neandertaller, beden olarak daha güçlü ve iri olmalarına rağmen, beyin yapısı ve mobilite konusunda sapiensler kadar iyi değildirler.  Çoğunluk kanısı, bu iki türün karşılaşmalarında, beyin gelişkinliği ve alet kullanma becerisi ile sapienslerin üstün geldiği ve neandertallerin yok olduğudur. Neandertallere, “mağara insanı” denmesinin sebebi, daha çok mağarayı barınak yapması ve ölülerine mezar yapan ilk insansı olmasıdır, bu sebeple fosil kalıntıları çoktur. Fiziksel olarak en belirgin özelliği, siyah deri rengine sahip olmasıydı, hareketlilik ve göç sonucu karşılaştığı iklim ve şartlara uyum sağlamaması sonucu yok oldu.

Homo Sapiens (bilen insan)

-280 ile -250 bin arası yıllarda yaşamış, bugünkü anlamda insanın genetik atasıdır. Sembolleştirme olarak Hepimizin ortak anası Havva Anamız, homo sapiens idi. -280 binden sonra gelen tüm insanlık bilimsel olarak kanıtlanmıştır ki tek bir annenin soyundan geliyor. Homo Neandertallerin yok olup, sapienslerin yaşama devam etmesindeki süreç hakkında yaygın görüş, sapienslerin beyin ve alet kullanma kapasitelerinin daha yüksek olması sonucunda neandertalleri yok ettiğidir. Hepimizin tek bir ortak anneden/Havva’dan geliyor olmamız ise, neadertal bir kadının Kromozon ve DNA yapısında meydana gelen bir değişim, nedeni bilinmeyen bir mutasyondu. Bu ilk annedeki Kromozomlar, molekül yapısı içerisinde bulunan DNA (mitokondriyal deoksiribo nükleik asit) ve histon denilen protein zincirinden oluşuyordu ve protein zincirinde mutasyon, farklılaşma ile evrimsel sıçrama gerçekleşti. (http://tr.wikipedia.org/wiki/KromozomKromozon yapısındaki genetik değişime uğratan bu ilk sapiens kadın kalım yoluyla, üreme sonucunda mutasyonu çocuklarına taşıdı. 
İlk anneden doğan çocukların, mutasyondan aldığı değişim ile daha gelişkin beyin yapısı ve kendini koruma gücüyle donandığı, böylece diğer neandertal annelerden doğan çocukların yeni rekabet koşullarına uyum sağlayamayıp doğal seleksiyon ile yok olduğunu biliyoruz. evrim sürecinde mutasyonu yaşayan annenin, genetik olarak döllenme ile çekinik gen denilen kromozon yapısı (XX), kalıtımsal olarak tüm insanlara geçtiği için, dünyada şuanda yaşan tüm insanların aynı anneden geldiği/Havva Ana bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bugün yaşayan bütün insanların ortak atası (babası) ise yaklaşık 70 bin yıl sonra yaşadı. Geçen ortalama 70 bin yıllık süreçte sapiens anneleri dölleyen babalar içinde doğal seleksiyon ile eleme gerçekleşti ve bir erkeğin (XY) yapısı eşeyli kromozon yapısı olarak tekleşip, bugünkü anlamda babamızın kökeni oluşturdu. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Homo_sapiens)

Homo sapiens sapiens (kendinin farkında olan insan)

Homo sapiens sapiens, günümüz insanı yani modern insan olarak insanlık evriminin son fiziksel aşamasını temsil etmektedir. Neandertal ile sapiens arasında çiftleşme olduğu ve doğum gerçekleştiği konusu henüz kanıtlanamadı ama değişik bulgular var. Homo sapiens sapines, yani bizlerin, -50 bin yıllık bir tarihi vardır. Yazılı tarihten çok daha uzun bir süre. Son araştırma ve bulgular sonucunda Güneydoğu Asya/Endonezya çevresinde, -50 bin yıl içerisinde yaşayan sapiens sapiens’den türememiş insanların olduğuna dair spekülasyon ve araştırmalar devam ediyor.

Sanatın Doğuşu, Ana Tanrıça Kültleri

-50 binlerde sapiens ile insan sanat yapmaya başladı. Bu anlamda modern insanı belirleyen sıçrama, ateşi kullanması değil, sanat yapmaya başlamasıdır. İlk keşfedilen sanat örnekleri, 1850’lerde bulunan Willendorf Venüsü heykelciği ve mağara resimleriydi. Venüs heykelciklerinde temsil, ana tanrıça figürüdür. Ana tanrıca figürlerinin temel özelliği yüz hatlarının belirgin olmaması ve beden hatların güdük görünmesidir, ama sapienslerin daha gelişkin tasarım yapacak yeteneği vardı, buradaki belirsizleştirmenin bilinçli yapıldığını söylebiliriz. Tanrıca figürlerindeki kadın; hamile, kilo, anaç bir kadın olarak gösterilmişti. Tanrıça heykelleri ya mezar başlarına dikiliyor ya da muska benzeri dini amaçlı saklanıyordu.
Wiilendorf Venüsü - bulunan ilk tarih öncesi Venüs figürü
Wiilendorf Venüsü - bulunan ilk tarih öncesi Venüs figürü
1999’da Fas’ta bir başka kalıntı bulundu (Tan Tan Venüsü), bu eserdeki tanrıça/Venüs figürü daha belirsizdi ve yaklaşık tarihi yaşı – 400 binlere kadar uzanıyordu. Bu buluntu, önceki fikirleri, tartışmalı kıldı. Belki de, insanları tanrıça heykeli yapmaya iten motivasyon yada din olgusu homo sapienslerden önce de vardı. Yine 1995’te, Suriye – Golan tepelerinde Berekhat Ram Venüsü bulundu, yüksek ihtimal tanrıça figürü ve inanış, homo erectus’lara kadar uzanıyordu. Erectus ve sapiens’ler sürü halinde hareketli yaşarken, yanlarında bu Venüs heykelciklerini taşıyorlardı. Tanrıça kadını figüründeki iri ve hamile kadın temsili, o zamanlardaki kadının fiziksel halini göstermiyor, net olarak ana tanrıçayı temsil ediyor. Bu anlamda ilk sanat ürünleri olarak mağara resimlerini değil, Venüs/ana tanrıça heykelcikleridir. 

Tarih Öncesi Mağara Sanatı

Mağara sanatı, ana tanrıça figüründen çok sonra, sapiens sapiens’ler ile ortaya çıkmıştır. Mağara yaşam dönemi ile birlikte barınma başlamış ve sembolizasyon ve dil yetisinde ilerleme oluşmuştu. Dil yetisinin gelişimini, mezarlara semboller konulmasıyla anlıyoruz, insan “ölümlülük” halini düşünen, sembolize edebilen bir zihin yapısına -50 binlerde sapiens ile ulaştı. İlk sanat örneklerindeki motivasyonda, ölümlülük karşısında bir kalıntı bırakmak, hatta mezar bekçiliği benzeri bir istek olduğu söylene bilinir. İnsanların ilk döneminde aile kavramı yoktu, sürü halinde yaşıyorlardı, doğum sonrası bebeğe tüm sürü bakıyordu. Konar-göçer yaşadıkları için henüz mülkiyet ilişkisi oluşmamıştı. 
Lascaux Mağarası
Lascaux Mağarası'ndaki Geyik çizimleri, Fransa

Mağara resimlerini, ana tanrıça heykellerinden ayıran en önemli estetik fark; bilişsel sıçramadır. Mağara resimleri, temsil olarak üç boyutlu dünyayı, iki boyut gösterme pratiği olarak Venüs heykelciklerine göre daha gelişkin zihin gerektiriyordu. Önemli bir başka yaklaşım, doğayı bir rahim olarak idrak etmek ekolü. Dünyanın bir rahim olarak anlamlandırılması, özellikle tarih öncesi buluntulardaki ana tanrıça figürü ile dünyanın dişi, doğurgan bir varlık olarak kendini yenilemesinin anlatısıdır diyebiliriz. Buzul çağlarından insan(sı)ların mağaralara çekilmesiyle, cinsiyet üzerinden ayrımlaşma başladı. Kısaca erkekler avcılık, kadınlar toplayıcılık yapıyordu ama beslenme şartlarına bakıldığında besinlerin büyük çoğunluğunu kadınlar sağlıyor, yani toplayıcılık, otçul beslenme yapıyorlardı. Avcılık, yani erkek üzerinden besin temini zor ve azdı, bu yüzden mağara insanları, avcılık ürünlerini az olduğu için şölen ve ayinlerde tüketiyorlardı. Mağara resimleri, çöp adam çizimi biçimindeydi, genellikle avcılık ve hayvanlar resmediliyordu. Resimler, mağara duvarlarına ve özellikle zor ulaşılana alanlara çiziliyordu. Mağara resimleri yapılıyordu sorusu üzerine spekülasyon çoktur, yüksek kanılar: büyü amaçlı, öldürülen hayvanların kutsallığından özür dileme v.s. dir. Mağara resimlerini yapan insan, aynı zamanda tarihte ilk meslek sahibi insandır. Mağara resimlerini yapan kişiler, resimlere baktığımızda, hayvan postu giyen ilk şamanlardı. Mağara ressamı, günlük işlerden toplayıcı-avcılıktan, bağımsız sadece mağarada resim yapıyordu.
Lascaux Mağarası
Lascaux Mağarası'ndaki Bizon çizimleri, Fransa 

Mağara resmi sanatı üzerine ilk ve en gelişkin buluntulardan biri, Fransa’daki Lascoux mağarasındaki resimlerdir. Bu resimlerde diğer mağara resimlerine göre daha fazla hayvan, insan motifi ve anlatı zenginliği görülüyor. Av resimleri yapan şaman benzeri bu meslek sahibinin, bugünkü anlamda mistik-psikolojik gücü ya da farklılıkları vardı. Şaman bu anlamda, artık üretiminden çekilmiş, ilk sosyal statü kazanmış insandı. Mağara resimleri, eski Yunan’la birlikte ortaya çıkacak “gerçek” sanat eserlerinden farklı bir şekilde mahrem olarak, özel, gözden ırak yapıldı, gizli tutuldu. Tanrıça heykellerinde inanç motivasyonu hakim iken, mağara resimlerinde büyü etkisi, mistik motivasyonlar gibi karmaşık amaçlar vardı. Tanrıça heykelciklerine bakıldığında homo erectus ve sapiensler’in kadın doğumuna mucize, tanrısallık atfediyor, doğumu kutsal kabul ettiklerin düşünebiliriz.

İnsanlık Tarihi: Homo Erectus, Homo Neandertalis, Homo Sapiens Sapiens ve Ana Tanrıça Heykelcikleri

  Konuşmacı: İskender Savaşır


Uyarı: Seminer notları konuşmacının sunumunu tam olarak yansıtmıyor olabilir! - Ahmet Usta

 

İnsanlık Tarihi

İnsanlık tarihini başlangıcı ve gelişim sürecine ait olarak insansı türlerinin çok sayıda tanımlaması ve sınıflandırması bulunuyor, yer yer tanım ve özellikler iç içe geçiyor hatta karıştırılıyor.

Homo Habilis (Becerikli İnsan)

Habilis'in insanlık ailesine ait en önemli özelliği kendine barınak yapması ve alet kullanmasıdır. Habilis’ler yalnızca Afrika’da yaşadı ve ateşi kullanmayı bilmiyorlardı. Bizlerden en büyük farkları et değil, leş yemeleriydi. Tarihi geçmişleri -1,5-2 milyon yıla  kadar uzanabilir. Habilis’lerin beyin yapısına bakıldığında, primat canlılar grubu (goril, şempanze) gibi gelişkin bir sembolizasyon yeteneği vardı ama dil henüz oluşmamıştır.  

Homo Erectus (Dik İnsan)

Homo erectus, soyu tükenmiş insansı türüdür ve modern insanların (Homo sapiens) atası kabul edilmektedir. Yaşam tarihi olarak -1,9 milyon yıl öncesine kadar geri götürebiliriz. Afrika’dan dünyaya yayılan insansı türüdür. Erectus'lara ait ilk fosil Cava Ada’sında ortaya çıkarılmıştı, bu sebeple "Java insanı" diye de isimlendirilir. Yüksek ihtimal ile ateşi kullanıyorlardı ve siyah deriliydiler. Atalarımız olarak kabul edilmesinin temeli, ayakları üzerinde durup, yürüyerek diğer primatlardan ve Habilis'lerden farklılaşmasıydı. Hareketlilik gösterip, sürü halinde yaşayarak Afrika’dan çıkıp, kuzeye doğru dağıldılar. Erectus’un, beyin-kafatası hacmi habilis'lerden büyük, sapiens'lerden küçüktür. Anatomik yapı olarak erectus ile sapiens insansı ile benzerlikleri yüksektir. Homo erectus, ateşi kullanan ve mağaralarda barınan ilk insansı türüdür.

Homo Sapiens  Neandertalis  (Magara İnsanı)

Sapiens öncesi insansı insan Neandertaller, beden olarak daha güçlü ve iri olmalarına rağmen, beyin yapısı ve mobilite konusunda sapiens'ler kadar iyi değildiler. Çoğunluk görüşü; bu iki türün karşılaşmalarında, beyin gelişkinliği ve alet kullanma becerisi ile sapiens'lerin üstün geldiği ve neandertallerin zamanla yok olduğudur. Neandertal'lere, “mağara insanı” denmesinin sebebi, daha çok mağarayı barınak olarak kullanması ve ölülerine mezar yapan ilk insansı olmasıdır, bu sebeple fosil kalıntıları çoktur. Fiziksel olarak en belirgin özelliği, siyah deri rengine sahip olmasıydı. Hareketlilik ve göç sonucu karşılaştığı iklim ve şartlara uyum sağlamaması sonucu yok oldu. 


Homo Sapiens (Bilen İnsan)

Homo sapiens -280 ile -250 bin arası yıllarda yaşamıştır ve  bugünkü anlamda insanın "genetik" atasıdır. Sembolleştirme olarak hepimizin ortak anası, yani Havva Anamız, homo sapiens idi. -280 binden sonra gelen tüm insanlık, bilimsel olarak kanıtlanmıştır ki tek bir annenin soyundan gelmektedir. Homo neandertal'lerin yok olup, sapiens'lerin yaşama devam etmesindeki yaygın görüş, sapiens'lerin beyin ve alet kullanma kapasitelerinin daha gelişkin olması sonucu neandertal'lerin yok olduğudur.

Hepimizin tek bir ortak anneden (Havva) geliyor olmamızın nedeni, Neadertal bir kadının kromozon ve DNA yapısında meydana gelen bir değişim, nedeni bilinmeyen bir mutasyondur. Kromozomlar, molekül yapısı içerisinde bulunan DNA (mitokondriyal deoksiribo nükleik asit) ve histon denilen protein zincirinden oluşuyor. Hepimizin ortak genetik annesinin  protein zincirinde meydana gelen mutasyon, farklılaşma ile evrimsel sıçrama gerçekleşti. Kromozon yapısı genetik değişime uğratan bu ilk sapiens kadın, üreme yoluyla ile mutasyonu kalıtımsal olarak çocuklarına taşıdı. İlk anneden doğan çocukların, mutasyondan aldığı değişim ile daha gelişkin beyin yapısı ve kendini koruma gücüyle donandığı, böylece diğer neandertal annelerden doğan çocukların yeni rekabet koşullarına uyum sağlayamayıp doğal seleksiyon ile yok olduğunu biliyoruz. 

Evrim sürecinde mutasyonu yaşayan annenin, genetik olarak döllenme ile çekinik gen denilen kromozon yapısı (XX), kalıtımsal olarak tüm insanlara geçtiği için, dünyada şuanda yaşan tüm insanların aynı anneden geldiği (Havva Ana) bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Bugün yaşayan bütün insanların ortak atası (babası - Adem) ise, ilk anneden yaklaşık 70 bin yıl sonra yaşadı. Geçen ortalama 70 bin yıllık süreçte sapiens anneleri dölleyen babalar içinde doğal seleksiyon ile eleme gerçekleşti. İnsanlığın ortak atası olan bir erkeğin eşeyli kromozon (XY) yapısı, diğer erkeklerlerin arasından ayrışarak,  ortak babamızın (Adem) genetik kökeni oluşturdu.

Homo Sapiens Sapiens (Kendinin Farkında Olan İnsan)

Homo sapiens sapiens, günümüz insanı yani "modern insan" olarak insanlık evriminin son fiziksel aşamasını temsil etmektedir. Neandertal ile sapiens arasında çiftleşme olduğu ve doğum gerçekleştiği konusu henüz kanıtlanamadı ama değişik bulgular bulunmaktadır.

Homo sapiens sapines, yani bizlerin, "-50 bin yıllık bir tarihi" vardır. Bu tarih, yazılı tarihten çok daha uzun bir süreyi kapsıyor. Son araştırma ve bulgular sonucunda, Güneydoğu Asya/Endonezya çevresinde, -50 bin yıl içerisinde yaşayan sapiens sapiens’den türememiş insanların olduğuna dair spekülasyonlar devam ediyor.

Sanatın Doğuşu

-50 binlerde homo sapiens ile insan sanat yapmaya başladı. Bu anlamda modern insanı belirleyen sıçrama, ateşi kullanması değil, sanat yapmaya başlamasıdır. İlk keşfedilen sanat örnekleri, 1850’lerde bulunan Willendorf Venüsü heykelciği ve mağara resimleriydi. Venüs heykelciklerinde temsil, ana tanrıça figürüdür.
Wiilendorf Venüsü, Ana Tanrıça Heykelciği
Wiilendorf Venüsü, Ana Tanrıça Heykelciği
Ana tanrıca figürlerinin temel özelliği, yüz hatlarının belirgin olmaması ve beden hatların güdük görünmesidir, ama sapiens'lerin daha gelişkin tasarım yapacak yeteneği vardı, buradaki belirsizleştirmenin bilinçli yapıldığını söylebiliriz. Tanrıca figürlerindeki kadın; hamile, kilo, anaç bir kadın olarak gösterilmişti. Tanrıça heykelleri ya mezar başlarına dikiliyor ya da muska benzeri dini amaçlı saklanıyordu. 

1999’da Fas’ta Tan Tan Venüsü bulundu, bu eserdeki tanrıça/Venüs figürü daha belirsizdi ve yaklaşık tarihi yaşı – 400 binlere kadar uzanıyordu. Bu buluntu, önceki fikirleri, tartışmalı kıldı. Belki de, insanları  tanrıça heykeli yapmaya iten motivasyon yada din olgusu homo sapienslerden önce de vardı. Yine 1995’te, Suriye – Golan tepelerinde Berekhat Ram Venüsü bulundu, yüksek ihtimal tanrıça figürü ve inanış, homo erectus’lara kadar uzanıyordu. Erectus ve sapiens’ler sürü halinde hareketli yaşarken, yanlarında bu Venüs heykelciklerini taşıyorlardı.
Tan Tan Venüsü
Tan Tan Venüsü

Berekhat Ram Venüsü
Berekhat Ram Venüsü

Tanrıça kadını figüründeki iri ve hamile kadın temsili, o zamanlardaki kadının fiziksel halini göstermiyor, net olarak ana tanrıçayı temsil ediyor. Sembolizasyon taşımaları nedeniyle ilk sanat ürünleri olarak mağara resimlerini değil, Venüs/ana tanrıça heykelciklerini gösterebiliriz.

Mağara Sanatı

Mağara sanatı, ana tanrıça figüründen çok sonra, homo sapiens sapiens’ler ile ortaya çıkmıştır. Mağara yaşam dönemi ile birlikte barınma başlamış, sembolizasyon ve dil yetisinde ilerleme oluşmuştu. Dil yetisinin gelişimini, mezarlara semboller konulmasıyla anlıyoruz. İnsan, “ölümlülük” halini düşünen, sembolize edebilen bir zihin yapısına -50 binlerde sapiens sapiens ile ulaştı. İlk sanat örneklerindeki motivasyonda, ölümlülük karşısında bir kalıntı bırakmak, hatta mezar bekçiliği benzeri bir istek olduğu söylene bilinir. 

İnsanların ilk döneminde aile kavramı yoktu, sürü halinde yaşıyorlardı, doğum sonrası bebeğe tüm sürü bakıyordu. Konar-göçer yaşadıkları için henüz mülkiyet ilişkisi oluşmamıştı. (Mağara insanının yaşamının güzel bir örneği olarak "2001:Uzay macerası" filmindeki giriş sahnesi izlenmeli.) Mağara resimlerini, ana tanrıça heykellerinden ayıran en önemli estetik fark; bilişsel sıçramadır. Mağara resimleri, temsil olarak üç boyutlu dünyayı, iki boyut gösterme pratiği olarak Venüs heykelciklerine göre daha gelişkin zihin gerektiriyordu.

Bu alanda önemli bir başka yaklaşım, "doğayı bir rahim" olarak idrak etmek ekolüdür. Dünyanın bir rahim olarak anlamlandırılması, özellikle tarih öncesi buluntulardaki ana tanrıça figürü ile dünyanın dişi, "doğurgan bir varlık olarak kendini yenilemesi"nin teorisidir, diyebiliriz. Buzul çağlarından insan(sı)ların mağaralara çekilmesiyle, cinsiyet üzerinden ayrımlaşma başladı. Kısaca erkekler avcılık, kadınlar toplayıcılık yapıyordu ama beslenme şartlarına bakıldığında besinlerin büyük çoğunluğunu kadınlar sağlıyor, yani toplayıcılık, otçul beslenme yapıyorlardı. Avcılık, yani erkek üzerinden besin temini zor ve azdı, bu yüzden mağara insanları, avcılık ürünlerini az olduğu için şölen ve ayinlerde tüketiyorlardı.

Mağara resimleri, çöp adam çizimi biçimindeydi, genellikle avcılık ve hayvanlar resmediliyordu. Resimler, mağara duvarlarına ve özellikle zor ulaşılana alanlara çiziliyordu. Mağara resimleri neden yapılıyordu sorusu üzerine spekülasyon çoktur, yüksek kanılar: büyü amaçlı, öldürülen hayvanların kutsallığından özür dileme v.s. dir. Mağara resimlerini yapan insan, aynı zamanda tarihte ilk meslek sahibi insandır. Mağara resimlerini yapan kişiler, resimlere baktığımızda, hayvan postu giyen ilk şamanlardı. Mağara ressamı, günlük işlerden toplayıcı-avcılıktan, bağımsız sadece mağarada resim yapıyordu.
Les Trois Freres mağarası
Les Trois Freres mağarasından bir şaman çizimi
Mağara resmi sanatı üzerine ilk ve en gelişkin buluntulardan biri, Fransa’daki Lascoux mağarasındaki resimlerdir. Bu resimlerde diğer mağara resimlerine göre daha fazla hayvan, insan motifi ve anlatı zenginliği görülüyor. 
Mağara Sanatı, Lascoux Mağarası, bizon çizimleri
Mağara Sanatı, Lascoux Mağarası, bizon çizimleri 
Mağara Sanatı, Lascoux Mağarası, geyik çizimleri
Mağara Sanatı, Lascoux Mağarası, geyik çizimleri
Av resimleri yapan şaman benzeri bu meslek sahibinin, bugünkü anlamda mistik-psikolojik gücü ya da farklılıkları vardı. Şaman bu anlamda, ilk sosyal statü kazanmış insandı. Mağara resimleri, eski Yunan’la birlikte ortaya çıkacak “gerçek” sanat eserlerinden farklı bir şekilde  mahrem olarak, özel, gözden ırak yapıldı, gizli tutuldu. Tanrıça heykellerinde inanç motivasyonu hakim iken, mağara resimlerinde büyü etkisi, mistik motivasyonlar gibi karmaşık amaçlar vardı.
Şaman Figürü
Şaman Figürü, M.Ö. 15 binli yıllardan 

Tanrıça heykelciklerine bakıldığında  homo erectus ve sapiensler’in kadın doğumuna mucize, tanrısallık atfettiklerini, doğumu kutsal kabul ettiklerini düşünebiliriz.