Fragman-1




Gündüz/Gece – Dış/İç
Beni yazmaya iten şey, boş bulunmuşluktu. Ve düşündüm, sadeleştirdim, zorunluluk sonradan geldi. Olgunluğun yâda deliliğin arifesine yetişemeden, şifa niyetine fragmanlar geçiyordu elimden, önümden. “Pahalı biblolar da bana bakıyor mu?” diye vesvese ederken; varlıklarımız karşılık gelmişti, boşluğuma gelmiştin. Her boşluğum gibi, yine hazırlıksız yakalanmıştım. Kolejde hazırlık sınıfı eğitimi alamamışların, elini, kolunu, belini ve dilini nereye koyacaklarını bilememesi gibi kelimelerimi/zi yerlere döktüm…
/
Çalışmak, istikamet ayrıma gitmeden persona sahibi olmak için, personel olmak istemiştim. Kimseler ve kurumlar inanmadı; güvenlik sorunu olarak değerlendirdiler beni, Karadenizli Gülsen Hanım’ın oğlunu. Gülmek, kadim olandır diyerek asansörleri değil, merdivenleri seçtim çıkarken; nikotine geçiş için ön mekânlarım oldu parklar, park ve bahçe müdürlüklerinin hemen yanındaki boş banklar. Çıkıştan başka her şeye benzeyen çıkışlarımda…
/
Farkına vardıklarında, hemen yarınki cari bakiye için unutmaya geçenlerin, fazla takılmayanların, fazla kafaya takar ise; eve ve yarına geç kalacaklarını bilenlerin, muteber olduğu dün, bugün ve yarınları gördükçe; nasıl da onlara özendim. Onlar, nasıl da şahadetin temeli. Tekrar ederken, ferahlıyoruz öyle değil mi?
 /
Sen, bu satırlardan haberin olmadan, satır aralarımda dolaşıyorsun. Keyifli bir yolculuk senin için ve bir ihtimal daha var; o da bunu bilmen mi dersin? Tahmin ediyorum; şimdilerde içinden nehir geçen akademi şehrinde filizleniyorsun. Tabağında bitter ve tarçın parçaları, senin tabağın olsam ve sıyırsan beni…
/
Ömür, perdeyi gerenlerin ve biletlerimizi kesenlerin; Matruşka misali iç içe sahnelerle kurguladığı “Aç kapıyı Bezirgân başı” vodviller, oyun havaları iken; çocukluğumda Aydede olmak; yakın mesafeden Dünya’ya nanik yapmak istemiştim…
/
Durmadan yürüdüğüm yollarda, sokaklarda, kıyılarda; henüz Allah’ın bir hikmetine rastlamadığım halde ama yine de…
/
Gayri ihtiyari bitişik nizam yapılarız Joe (Dalton Kardeşler’in zeki ama en çok hata yapanı), kolay günlerde daha diz dizeyiz sevgili Alice (Harikalar Diyarı’nın en zarif fakat ulaşılmaz kadını). "Burası Dünya, çıkış için araç yok; orada mısın Mutlak?" meseli ile mücbir sebepler, benim şaheserim olacak şiirsiz Ozan kalarak…
/
Gündelik gıybetlerden, ezeli hiçliğimize geçerken; su yolunur bulur ve emir demiri keserken, mesel etmişlerin; mesellerine bir mana, dirayet, ihlâs aradığı; yazlar sıcak ve kurak, kışları ise daha sıcak ve kurak geçen, kendisine hayat denilen habitatları üzerinde bir serap bulamamışların, avuntusuzların sesiyim. Tabi ki onlar, bu sesi görmezden gelmeye hevesli; "Olsun, canları sağ olsun" derdi büyüklerimiz. Sesim çürük çarık, ürkek, nikotinli ve Hiçlikçi.  “Ne oldu?” sorusuna “Hiç” diyecek kadar güdük, döngülerin tümünde hiçlik görecek kadar kendi ile toprak arasında kalmış bir benlik. En nihayetinde ve öncesinde, ölmenin bedeline değer muştu aramaya çalışmaktan vazgeçmemek; yitik ve dökük de olsa kararlı irade değil mi?
/
Federicco Fellini ölmüş olabilir hatta ölmüş, mezarı var; ama en az iki kişi Fellini ile çalışmak istiyor. Bunlardan biri Ben’im.


“Hepimiz Tehlikedeyiz” - Pasolini İle Son Röportaj

Pier Paolo Pasolini’nin öldürülmeden kısa bir süre önce verdiği röportajlardan derlemedir.

S - Son filminiz “Salo: Sodom’un 120 Günü” gösterime girdiğinde yine bir skandal mı geliyor?
P - Bütün eserler, gizemle doğmalı. Salo’yu diğer filmlerimden daha çok savundum, çünkü onda yakın, ansız tehlikeler vardı. İnsanların kanını dondurmak, skandal olmak büyük bir zevk. Skandal olmanın zevkini reddeden kişi, bildiğiniz üzere bir ahlâkçıdır. 
S - Cinsellik, politik mi?
P - Politik olmayan hiçbir şey yoktur.

"Salò, or the 120 Days of Sodom" - Pier Paolo Pasolini, 1975
"Salo yada Sodom'un Günü" - by Pier Paolo Pasolini, 1975

S - Yazılarında nefret ettiğin şeylerden bahsettin. Bunlar, tüm yönleriyle seni Pasolini yapan şeyleri de kapsıyor. O zaman, yalnız ve araçsız kalmaz mısın?
P - Ben düşünceye inanıyorum. Tarih, bize bunun örneklerini veriyor. Yadsıma, her zaman asıl hareket olmuştur. Azizler, inzivaya çekilenler, entelektüeller. Tarihi yapan azınlık, hep “hayır diyenler” olmuştur. Harekete geçiren yadsıma, büyük ve tek vücut olmalıdır. O halde üç tane konu var önümüzde: Konum nedir, onu neden durdurmak ya da bozmak gereklidir? Ve ne şekilde?
S - Yazıların ve dilin, toz zerreciklerinden sızan güneş etkisini yapıyor. Güzel bir görüntü ama biraz silik ya da az anlaşılır, değil mi?
P - Trajedi artık insanoğlunun değil, birbirlerine çarpan tuhaf makinelerin var olmasıdır. Ve biz aydınlar, geçen yılın ya da on yıl öncesinin demiryolları tarifesini alıp diyoruz ki: 'Ne acayip, bu iki tren buradan geçmiyorlar ki, nasıl olup da bu şekilde çarpıştılar? Ya makinist çıldırdı ya bir suçlu vardı ya da bir komplo.” Komplo fikri bizi çileden kurtarıyor. Tek başımıza, gerçekle yüz yüze gelme ağırlığından bizi koruyor. Tarihin o anında sıkışıp kalındığında bir seçim yapmak, her zaman trajedidir. Bayraklarını açıyorlar, sloganlar atıyorlar, ama onları 'erk'ten ayıran nedir peki?
S- Seni politik ve ideolojik bakımdan tarafsızlıkla; faşist veya antifaşist olma ayrımını yitirmekle suçladılar.
P: Hiç olmadığı kadar politik savaşın içindeyim. Bu zamana kadar hiçbir partiye üye olmadım. Ben bağımsız bir Komünistim. Bu yüzden “geçen yılın demiryolu tarifesi”nden bahsediyordum. Sen hiç vücutları bir tarafa, başları öbür tarafa baktığı için çocukları güldüren kuklaları görmüş müydün? İşte ben aydınları, sosyologları, uzmanları ve gazetecileri böyle görüyorum. Olaylar burada cereyan ediyor ve başlar diğer tarafa bakıyor. Faşizm yok demiyorum, yalnızca dağdayken denizden bahsetmekten vazgeçin diyorum. Burada öldürme isteği var. Gerçekle yüz yüze gelmemek için her zaman konuyu değiştirmeniz gerek, diyorum.
S - Peki, gerçek hangisidir?
P - İlk önce trajedi. Bizi, her şeyi elde etme isteği ile toplumsal yaşama iten ortak, zorunlu ve yanlış: Eğitim. Bu arenada kimimiz kanunlarla, kimimiz de engellerle itilmişizdir. O halde ilk ve klasik ayırım “zayıflarla birlikte olmak” dır ama bir ölçüde herkes zayıftır, çünkü herkes kurbandır, diyorum ben. Ve herkes suçludur da, çünkü herkes katletme oyununa hazırdır. Alınan eğitim: “sahip olma, elinde tutma ve yok etme”den ibarettir. Ben patronla aynı, ne pahasına olursa olsun, her şeyi isteyen zencilerden korkuyorum. Dikkat edilmesi gereken şey, neden-sonuç zincirinin ya da kimin baş suçlu olduğunun benim artık ilgimi çekmemesidir.

Pasolini's "Gospel According to St. Matthew" in the film set, 1964
Pasolini "Aziz Matta'ya Göre İncil" filmi setinde, 1964

S - Zorunlu okula gitmeyen cahil ve mutlu çobanlar mı istiyorsun?
P - Zorunlu okul, umutsuz gladyatörler üretiyor. Kitle, umutsuzluk ve hınç ile büyüyor. Engel koyma gereksinimi, saldırma, öldürme isteği kuvvetli ve geneldir. Bazı şeylerin gerçekleşmesine engel olunamadığında; çeşitli konumlar, ürünler meydana getirilerek huzur bulunuyor. Ben politikacıların formüllerini dinliyorum ve deli oluyorum. Hangi ülkeden bahsettiklerini bilmiyorlar, yaşadıkları topraklara Ay kadar uzaklar. Edebiyatçılar, sosyologlar ve her türden uzman da öyle.
S - Senin için bazı şeyler çok mu net peki?
P- Belki ben de yanılıyorum ama yine de “Hepimiz tehlikedeyiz” diyorum.
S - Sana göre 'erk' nedir, nerededir ve onu nasıl dışarı çıkarırsın?
P - Erk, bizi hükmedenler ve hükmedilenler diye ayıran eğitim sistemidir. Ama dikkat etmek gerekir. Bu eğitim sistemi; yöneten sınıflardan aşağılara, yoksullara kadar uzanan tüm toplumu oluşturur. İşte bu yüzden, herkes aynı şeyleri arzular ve aynı şekilde davranır. Peki, neden o'nu istiyorum? Çünkü bana onu istememin bir erdem olduğunu öğretmişlerdir. Ben de bu erdem hakkımı kullanırım. Hem katilimdir, hem de iyi. Kültürel bir çölde yaşıyoruz, böylelikle her şey satılabilir hale gelmiş durumda; çünkü çölde, her şey mucize etkisi yaratır.

Pasolini’nin dövülmüş ve üzerinden arabayla geçilmiş cesedi, 2 Kasım 1975 sabahı Roma yakınlarındaki ıssız bir arazide bulundu.

the body of Pier Paolo Pasolini, beaten and run over, was found laying dead in outside Rome, the morning of November 2, 1975
Pasolini'nin cansız bedeni

“Pasolini sinemasının ayırt edici özelliği, tam anlamıyla estetikçi ya da teknikçi değil, daha çok mistik ya da kutsal olan şiirsel bilinçtir. O, söylemini daha önce edebiyat çalışmalarında ortaya koymuştu. Pasolini sineması karakterlerinin nevrozunu, en aşağılık konularda bayağı ve vahşi seviyeye taşırken; onların aynı zamanda mitsel ya da kutsallaştırıcı biçimde hayat bulduğu saf şiirsel bilincin ürünüdür. O, bayağı ile asil olanın yer değiştirmesini veya dışkısal olanla güzelin iletişimini yansıtmak için sinemayı kullandı. Ve sonrasında Pasolini, şiirsel bilinç ile dehşet uyandırdığı kadar, zarafet de sunan sinematografik bir biçim oluşturmayı başardı." 
(Gilles Deleuze)


Kant: Tanrı, İde, En Yüksek İyi, Ahlak ve Din


İde

İde derken, nesneleri hiçbir deneyde verilemeyecek olan, zorunlu akıl kavramları anlıyorum.” der Kant. Ona göre saf aklın İdeleri, Tanrı, Ölümsüzlük ve Özgürlüktür ve de apriori olarak doğuştan akıldadırlar. İde’nin sonlu insanda gerçekleşmesi, deneyimi imkânsızdır. Tanrının Varlığı, ahlak yasası, erdeme layık mutluluk, son kertede aktüel, gündelik içinde belirmez; İdeal olarak kalır. (Kant Felsefesinin Temelleri üzerine bir başka yazı)

İdeler, saf akılda hiçbir imkânsızlık, çelişme içermedikleri için bilinmeseler dahi, pratik açıdan kabul edilir veya edilmelidir felsefe eyleminde. Ve bu nedenle Tanrı İdesi’ni gerçekliği bir yana, var olup olmadığını kesinlik olarak bilemeyiz, kavrayamayız. Tanrı ve ruhun ölümsüzlüğünün imkânı, pratik akıl için yalnızca zorunlu varsayımdır.

Din ve Kötülük

Din, doğal ve dürtü eğilimlerine bağımlı insanın, ahlak ödevlerini kendi özgürlük ilkesinden değil; Tanrı iradesi ve buyruğu üzerinden pratik etmesidir. Din, insan doğasında bulunan ve ontolojik kötülük sorunsalı üzerine, ahlaki buyruklar verir ve yasa koyar. Fakat doğasındaki kötücül irade karşısında insanın aşkın iradeye yönelmesi; onu kötülük eyleminden uzaklaştırılamaz ve çoğu zaman din yetersizdir. Çünkü insan, akılın iradesi tarafından verilmiş kesin buyrukların sorumluluğunu almadıkça, aklın saf Özgürlük İdesi’ne yönelmedikçe; kötülük, yer değiştirmelerle, kavramların çatışkısı, içgüdü ve duygulanım ile dini yaşam alanı içinde dahi, mümkün ve makul olarak kendini yeniden üretecektir. Saf akıldan gelen Ahlak Yasası ise, evrenselliği içinde ve önsel zorunluluk ile eylemin sonucunu amaç edindiğinde; kişiyi ahlaki eylemin hem öznesi, hem de nesnesi olarak araç kıldığı için başka öznelerin varlığını; iyiliğini gözetmekle yükümlü kılacaktır. Ve böylece, pratik aklın ahlak yasası: “Ben, başkası olandır.der Kant.

Gayeler Krallığı ve Fazilet

Kant'a göre insan, "Kendi başına gayedir" ve akıl sahibi varlıklar, "Gayeler Krallığı” (Kingdom of Ends) kavramını oluşturur. Buradaki krallık ile Kant, “Çeşitli akıl sahibi varlıkların ortak kanunlar vasıtasıyla kurulan sistematik birliğini" anlar. Her akıl sahibi varlık, bu krallığın hem üyesi, hem de kralı olabilir. "Evrensel kanun koyucu olarak bulunduğu ve koyduğu kanunlara kendisi de tabi olduğunda krallığın bir üyesi; kanun koyucu olarak başkasının hiçbir istemesine bağımlı olmadığı zaman da, kral olur". Fazilet ile mutluluk arasındaki ilişki konusunda, antinomi ile karşı karşıya kalırız. Pratik akıl bir taraftan fazilet ile mutluluk arasında zorunlu bir bağ ister. Oysa Fazilet, ne bu hayatta, ne de başka bir hayatta elde edilebilir. Fazilet, hayatta iken kazanılmaz ise, içinde onun kazanılabildiği başka bir hayat olmalıdır. Bu durumda ahlâk kanunu imkânsızı emreder gibi gözükür. Bu problemi Kant, Tanrı’nın Varlığı ile çözmeyi ortaya koyar: “En Yüksek İyiyi gerçekleştirmenin şartı olarak ruhun ölümsüzlüğünü postula olarak koyan ahlâk kanunu; fazilet ile mutluluk arasındaki zorunlu sentetik bir bağın şartı olarak da, Tann'mn varlığını postula olarak koymaktadır. Çünkü Tanrı'nın varlığını varsaymaksızın, En Yüksek Iyi'nin gerçekleşme imkanı yoktur. Ahlâk kanunu, mutlu olmaktan ziyade kendimizi mutluluğa lâyık hale getirmemizi emreder. Ama mutluluğu ümit etmeye; istemesi, yaratıklarının mutluluğa lâyık olmasını isteyen ve mutluluğu onlara verebilecek olan Tanrı vasıtasıyla hak kazanırız. Çünkü mutluluk ümidi, ilkin ancak din ile başlayabilir"


Özgürlük İdesi ve En Yüksek İyi: Tanrı

Özgürlük, deneyim bilgisi değildir. Özgürlük saf akılda belirmiştir ve “Yapmalısın, çünkü yapabilirsin” postulatını vermektedir. Akıl, duyusal koşullar ve dürtüsel maksimler altında kalmadan davranışlarını nesneye yansıtıyorsa; bu saf pratik aklın özerkliğinin ve özgürlüğünün iradeye biçim vermesidir. Duyumların, istek nesnelerinin değil de; özgürlüğün maksimleri tarafından biçimlendiği koşulda, ahlaklılık ortaya çıkar. En Yüksek İyi, saf aklın Özgürlük İdesi’nde var olagelen, ahlak yasasının pratik akıl ile gerçekleşmesinin, aktüel eyleme dönüştürmesinin sağlayıcısıdır ve onu tüm davranışlarımızın son amacı yapmak, Yasadan Doğan Ödev dir ve şöyle der “Öyle eyle ki, senin istemenin maksimi, aynı zamanda genel bir yasamanın ilkesi olarak da geçerli olabilsin.” 

Tanrı, bilgi alanın dışında, ama saf aklın özgürlük idesi sonucunda, düşünce olarak insanda doğuştan belirmiştir. Pratik aklın buyruğundaki Ahlak Yasası, bizi En Yüksek İyi’yi istemeye amaçlandır. En Yüksek İyi, Tanrının varlığıdır. Böylece ahlak yasası, bilgisi belirmese dahi, aklın pratiğinde Tanrının varlığını imkân olarak zorunlu görünür. Özgürlük idesi, Tanrı’nın varlığını ve Kozmosu amaçlar ve ona doğru ilerlemelidir. Özgürlük İdesi’nin akıldaki varlığı, diğer kavramların gerçekliğine zemin verir. Fakat pratik aklın özgürlüğünün, görünür dünya deneyimi her zaman sorunsaldır. Bu sebeple, Kant şöyle der: “Özgürlüğün ne olduğunu bilemeyiz; ama yine de bu ideye göre davranmamız gerekir; çünkü idenin yansıması ile hareket ettiğine göre insan özgürdür.” Ve şöyle devam eder: Özgürlüğün kendisine mutluluk denemez. Çünkü o, bir duygunun pozitif olarak katılmasına bağlı değildir; Kutsallık da değildir tam olarak, çünkü eğilim ve ihtiyaçlarımızdan tam bağımsız olmayı içermez.  Ama yine de en azından iradeyi belirlemesi ve duyumların etkisinden kendini uzak tutabilmesi bakımından, kutsallığa yakındır.

En Yüksek İyi, Tanrı, iki farklı anlamı taşıyabilir; En Üstün (Supremum) veya En Yetkin (Consummatum) olandır. En üstün, kendi koşulsuz olan koşuldur; en yetkin, bütünün parçası olmayan daha büyük bütündür. En yüksek İyi’ye erişilme gayesinin fenomenler dünyasında imkânsız olmasının yarattığı çelişkiyi çözmek için Pratik akıl,  akıl edilebilir ve akılda doğuştanlıkla var olan Tanrı İdesi ile iradesini tamamlamak, yasa koyutlamak zorundadır.

Tanrı’nın varlığının kabulü, pratik aklın kullanımın sonucu değildir, sonulu varlık için ihtiyaçtır ve “Umut, ilkin ancak din ile başlayabilir.” En Yüksek İyi’nin varlığını ve iyi niyeti mümkün kılan koyutlaması şudur Kant’ın: “Öyleyse en yüksek iyi için var sayılması gereken, doğanın en üstün nedeni, anlama ve irade aracılığıyla doğanın nedeni, bunun sonucu olarak da yaratıcısı olan bir varlık, yani Tanrı dır. Sonuç olarak en yüksek türetilmiş iyinin, en iyi dünyanın imkanlılığının koyutu, aynı zamanda en yüksek asli bir iyinin gerçekliğinin, yani Tanrı’nın varlığının koyutudur.” 

Kant'ın ahlâk felsefesinin merkezinde, Tanrı değil; pratik akıl ile insan bulunur. Ama, pratik akıl düzleminde Kant'ın ahlâkı, insanı ümitsizliğe düşürmektedir. Çünkü, Tanrı'ya inanmayan bir insan için, En Yüksek İyi’nin gerçekliği, pratik ve fikri zeminde yoktur. Bu çelişki karşısında Kant, yaşam pratiği alanında çıkış için metafizik olarak Tanrı kavramına bağlanır, Tanrı’yı umar. Çünkü, En Yüksek İyi’yi pratik olarak zorunlu kılacak ancak ve sadece Tanrı dır. 

Göbekli Tepe: Dünyanın En Eski Tapınağı




Dünyanın şimdilik, bilinen en eski ve büyük kutsal alanıdır Göbekli Tepe. Son 20 yılın en önemli geçmiş tarih (arkeoloji) keşfi, günümüzden yaklaşık 12.000 yıl öncesine (M.Ö 9.600 – 7.300) aittir. Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’e ait tapınma alanı, 1983 yılında tarlasını süren bir çiftçinin bulduğu oymalı taş sayesinde fark edilir (Şanlıurfa’ya 18 km, Örencik köyü’ne 1,5 km uzakta) ve sonrasında bölgede yüzey araştırmaları yapılır; 1995 yılında başlayan ve hala devam eden kazı çalışmaları Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından yürütülür. Batı Dünyasının ve akademisinin; insanlığın tarım ile birlikte yerleşik hayata geçtiği, şehir ve medeniyetler kurduğu ve sonrasında ekonomi, sosyal yapı ve din alanında gelişme gösterdiği biçimindeki Mezopotamya (Bereketli Hilal) tezi, Göbekli Tepe’nin keşfi ile alt üst olmuştur. Özellikle Gordon Childe’ın Vaha Teorisi, sosyal örgütlenmenin tarım ve şehir hayatı ile başladığı düşüncesi, bu keşif ile önemini kaybeder; çünkü Göbekli Tepe’deki tapınak inşası için gerekli sosyal örgütlenme, son Buzul Çağı sonrası konar-göçer yaşama aittir. Yapılan Jeomanyetik ölçümler sonucunda; daire biçiminde düzenlenmiş ve çapları 8, 10, 15 ve 30 metre arasında değişen 20 adet tapınak tespit edilir. 2014 itibariyle bunlarından 6 tanesi ortaya çıkartılır, diğer 14’ü gün yüzüne çıkmayı beklemektedir.

Göbekli Tepe’nin keşfinden önce bilenen en eski tapınak yapıları; Mısır Piramitleri 7.500 yıl, İngiltere’deki Stonehenge 5.000 yıl, Malta Adası’ndaki tapınaklar 6.500 yıl, Mezopotamya’daki ilk şehir tapınakları 5.000 yıl öncesine aittir. Anadolu’daki Neolitik Dönem yaşam alanları; bugün Şanlıurfa ve Harran Ovası’nı çevreleyen tepelerde bulunan ören yerleri; Göbekli Tepe, Nevali Çori, Karahan Tepe, Sefer Tepe ve Balıklıgöl dür. Göbekli Tepe, Şanlıurfa’nın doğusunda ve Harran Ovası’na yakın, deniz seviyesinden 800 metre yükseklikte bir tepedir. Bölge, UNESCO dünya mirası listesindedir ve 1. derece arkeolojik sit alanı ilan edilmiştir. Genel bilgiler ışığında insanoğlu, Neolitik ile birlikte avcı-toplayıcı yaşamdan, örgütlenmeye dayalı yerleşik hayata ve tarıma yönelir; tahıl, özellikle buğday ekimi ve hayvanların evcilleştirilmesi ile şehir yaşamı ve tapınak fenomeni ortaya çıkar. Fakat Göbekli Tepe kazıları, yerleşik hayata geçiş, ekonomi ve inanç tarihi üzerine var olan bilgiyi çökertmiştir; çünkü bölgedeki tapınak mimarisi, yerleşik yaşam ile değil; dini inançların etkisiyle ortaya çıkar. Göbekli Tepe’de ilk önce inanç, sonra bir araya gelme ve örgütlenme vardır ve bu sebeple, ilerlemeci tarihi tezine karşı atipik vakadır. İnsanlar, belli zamanlarda bir araya gelip; Göbekli Tepe’de ibadet eder ve yaklaşık 1000 sene sonra, nedeni bilenmeyen bir şekilde, tapınakların üzeri tonlarca toprak ve çakmaktaşı ile kapatılır. 


Göbekli Tepe - Temple of Göbekli Tepe
Göbekli Tepe

2015 yılında ölen Kazı başkanı Klaus Schmidt Avcı-toplayıcı toplumlara ait eş zamanlı olarak kurulan birçok yerleşim birimi var. Göbekli Tepe, bu yerleşimlerde yaşayan insanlar için bir ibadet yeriydi. Bu tapınağı yapanlar, evren nedir, biz neden buradayız? Sorularını ilk kez kendine soranlardı. Önce tapınak vardı, şehir sonradan geldi. yorumunu yapar. Tapınakların, kimler tarafından inşa edildiği ve hangi amaçlarla kullanıldığı henüz kesin olarak bilinmemektedir. Animalist ve şamanist sembollerin izlerinden hareket ile mabet alanının, konar-göçer Asyatik-Kurgan kavimlerine ait olduğu tahmin edilir. Bir diğer olasılık, Güneş’ten sonra gökteki en parlak yıldız Sirius’a tapınmak ve gözlem için yapılmış olabileceğidir.


Göbekli Tepe Bulguları

Kazı alanında üç ayrı katman vardır; birinci katman, doldurma taş ve toprak; ikinci ve üçüncü katmalar, tapınak bulgularından oluşur. Kazı alanın tamamı, 90 dönüm dür. Göbekli Tepe’deki tapınak bulguları, T veya ters L biçimli anıtsal dikili taşlardan (Stel) oluşur. Alttaki en eski katmandaki dikili taşlar, M.Ö. 11.000; onun üstünde ikinci katmandaki taşlar, M.Ö. 9000’li yıllara aittir. Daire şeklinde dizilmiş dikili taşlarından ortasında T biçimindeki iki dikili taş karşılıklı olarak yer alır. Dikili taşların çevresi, bazılarında iç içe geçmiş iki duvar ile örülüdür ve aralarında koridor bulunur. Boyları 3 ile 6 metre arasında değişen karşılıklı T sütunların üzerindeki el ve kol formlarından dolayı, insanları simgelediği düşünülür. Fakat, herhangi bir cinsiyet betisi yoktur. D Çemberi'ndeki iki dikili taşta insan sembolizasyonun daha açık ifadesi olarak, kolların altında kemer benzeri işlemeli kabartmalar vardır. Dikilitaşların gövdesinin ön yüzlerinde çoklukla görülen iki band halinde uzanan kabartma stilizasyonların anlamı ve amacı, bugün için bilinmezdir. Bazı kabartmalarda, anımsatır biçimde insan başı görülür. Animalist yaşamı yansıtan hayvan çeşitliliği figürlerde çok daha fazladır; kurt, boğa, akrep, aslan, yaban domuzu, tilki, turna, ördek, akbaba, sırtlan, ceylan, yabani eşek, yılan, örümcek ve kedigiller bunlardan bazılarıdır. Tilki ve yılan en çok kullanılan figürlerdir. Bulgular içinde en dikkat çekeni, T sütun üzerinde aşağı doğru inen incelikle işlenmiş aslan kabarmasıdır.


Plan of Göbekli Tepe
Çemberimsi Göbekli Tepe Planı

T taşların üzerindeki insan, hayvan, bitki ve soyut figürler; yontu sanatının ve insanın imaj dünyasının  en eski betilerindendir. T sütunların ağırlığı, 40 ile 60 ton arasındadır ve dönemin ilkel alet ve bilgi birimi ile dikilitaşların, tapınım alanına nasıl taşındığı hala gizemini korumaktadır. Organik kalıntılar üzerinden yapılan radyokarbon ölçümü ile tapınak alanında, kolajen içeren bitki kalıntılarına ulaşılır. Dairesel yapılar, M.Ö. 8000’lerde nedeni belirsiz biçimde terk edilir ama terk edilirken; çeşitli taşlar, aletler ve hayvan kemikleri ile toprak doldurularak kapatılır. 2014 yılı itibariyle kazı bölgesinde ve çevresinde, aynı döneme ait hiçbir yerleşim yerine rastlanmaz. Göbekli Tepe’nin belli dönemlerde bir araya gelen topluluklar için hem şölen, hem de tıpkı Kudüs, Mekke gibi tarih öncesi Hac bölgesi olduğu düşünülür.

T Columns in Göbekli Tepe
T Taşlar, Göbekli Tepe

T Taşlar ve Çember

Çemberimsi yapılar, Buzul Çağı sonrasında yaklaşık M.Ö. 12.000’lerden itibaren ortaya çıkmış genel bir formdur; bu formun benzer örnekleri Çayönü, Hasan Keyf Höyük’de bulunur. Tarih öncesi Anadolu’da, dikili T taşlar ilk kez 1980’lerde Nevali Çori’de görülür. Nevali Çori’de bulunan küçük taş heykellerdeki bazı motifler, Göbekli Tepe’deki T taşlardaki kabartma desenler ile benzerlik gösterir. Göbeklik Tepe’deki çember anıtsal bulgular, keşif sırasına göre A-B-C-D-E-F-G-H ile tanımlanır; bulgular içinde en büyük çember, D Çemberi dir. Çemberlerin çapları 10 ile 20 metre arasında değişir ve merkezinde birbirine paralel duran iki büyük dikili T taş bulunur. Çemberin çevre duvarları da, yine T biçimli küçük dikili taşlarla çevrilidir. 2. ve 3 katmandan 2015 yılı itibariyle, 100'den fazla T taş çıkartılır. 2. ve 3. Katmandaki T taşların biçimi ve büyüklükleri birbirinden farklıdır. Arkaik olan 3. Katmandaki taşlar daha anıtsal ve büyük, daha yakın tarihli 2. Katmandaki dikitler ise dikdörtgen yapıda ve küçüktür. 3. Katmanda, yapılan kazılar sonucu 8 adet anıtsal çember keşfedilir ve çemberlerin içindeki T taşların yüksekliği 3.5-5 metre arasındadır. 2. Katmandaki T taşlar, ortalama 1,5 metre boyundadır. 2. Katmandaki mekânların içinde bazılarında merkeze konulmuş karşılıklı iki T taş varken, bir kısmında karşılıklı T taş bulunmaz. 

Tapım alanında Yenitaş Devri'ni yansıtan ve Nevali Çori’de keşfedilenlere benzer az sayıda boncuk ve düğme bulgulanır. Son kazılarda, T taşlardan farklı olarak, sırık parçası biçiminde 190 cm boyunda, 30 cm çapında totem bulunur. Dikili taşların ham maddesi, bölgenin 2 km uzağındaki taş ocaklarından getirilmiştir. Ton ağırlığındaki taş blogların, o zaman ki yaşam pratiği ile nasıl mabet alanına taşındığı, henüz belirsizdir. Dikili taşların çoğunda, yarı kabartma yontu (rölyef) figürler bulunur; bunların yanında geometrik çizgiler, sembolik ifadeler taşıyan hilal ve halka çizimleri, yüksek ihtimal, bölgeye gelen kavimlerin boylarını temsil eden simgelerdir. Buluntular içinde antropomorfik özellikte iki insan figürü keşfedilir; birisi başsız bir erkek, diğer ise uzun boylu ayakta duran insan betisidir. (insan figürlerinden biri, müzeden çalınır!Taş Devri insanın sanat ve ifade gücünü yansıtan bu betiler için K. Schmidt: “insanımsı varlıkların taştan heykelleri olduğu ve sembolik olsa dahi bilinçli bir seçim taşıdığı” yorumunu yapar.

Animal totem in Göbekli Tepe
Hayvan Totemleri, Göbekli Tepe



İçki, Buğday ve Totem

En eski yabani buğday, Göbekli Tepe yakınlarında, 1997'de ortaya çıkar. 2013 yılına kadar sahada, tekneye benzer büyük 7 adet yekpare kap bulunur. Kireçtaşından oyulmuş, yiyecek ihtiyacında kullanıldığı belirlenen kaplar, anlaşılan o ki, bölge de yerleşik yaşam olmasa dahi, belli dönemlerde bir araya gelen insanların beslenme ve şölen ihtiyacını karşılamıştır. Göbekli Tepe’deki kireçtaşı tekne kapların kimyasal analizleri yapılır ve oksalik asit tuzu kalıntıları tespit edilir. Bu asit tuz, tahılların suda bekletilmesi ve mayalanma ile oluşmaktadır. Mayalanma ve suda bekletilen tahıl, bulamaç besinleri Bira benzeri içki tüketimini işaret eder. Tapınmalarda sarhoşluk, vech hali için sıvı tüketilmesi yüksek ihtimaldir.

Tapınak kazılarında, C ve D çemberlerinde kömürleşmiş bitki kalıntılarına rastlanır. Bulunan kırmızı buğday, arpa ve çavdar gibi tahılların hepsi de yabani dir. Kazı bölgesinde ortaya çıkan kemiklerinin hepsi yabani hayvanlara aittir ve kemiklerin sayısı 100 bine yakındır; bu sayı, animalist hayvan kurbanı pratiğinin yanı sıra, belli dönemlerde insanların burada yaşadıklarını ve beslendiklerini gösterir. Hayvan kurban ritüeli, animalist inancın yansıması olarak kabilelerin hayvan kurbanı ile kendilerini korumaya çalıştıklarını veya kısa süreli de olsa diğer kabileler ile uzlaştıklarını akla getirmektedir. Tapınak katmanlarında hiç bir insan iskeletine rastlanmamıştır. Terk edilme sürecinden sonra yapılan dolgu yığın (Tümülüs) içindeki insan kemiklerinin ise, yamyamlık değil; sonraki tarihlere ait mezarlık alanı kalıntıları olduğu aşikârdır.


Göbekli Tepe, Turkey
Göbekli Tepe

Şimdiye kadar yapılan kazı bulgularında tek bir dişi figüre rastlanır; figür, dikili taşlar arasında yer alan yassı bir taş üzerine kazıma çizgilerden oluşur. Neolitik dönem ve öncesi Ana Tanrıça kültü ve kurban ritüellerine benzer hiç bir iz yoktur Göbekli Tepe'de. “Ana Tanrıça inancı, evrensel ve arketiptir” biçiminde ifade edilen Gnostik-Semitik kökenli teolojik tez, Göbekli Tepe ile birlikte çürütülmüştür. Göbek Tepe’deki semboller, Mısır-Babil inancının öncüllerini değil, Şamanik liderler önderliğinde örgütlenmiş Kuzey Asya inancını ve kavimlerini yansıtır. Bulguların ve sembollerin ışığında bir Mutlak Varlık inancı var ise, bunun Eril Tanrı (belki de Tengri) olduğu görülmektedir.

Yakın dönem arkeoloji çalışmaları, kültürün başlangıcının Mezopotamya’da değil; Anadolu'da olduğuna işaret etmektedir. Göbekli Tepe göstermiştir ki, Yenitaş Devri avcı-toplayıcı kültür, organizasyon yapısına, kısmi teknik bilgiye ve imaginasyon yetisine sahiptir. Şimdilik, bilgilerimiz, 20 yıldır süren kazı çalışmalarına dayanmaktadır ve diğer katmanlarda ortaya çıkacak yeni bulgular; bu yazı içindeki bilgi, analiz ve yorumların yeniden gözden geçilmesini gerektirecektir. 

Gılgamış Destanı: Dostluk ve Ölümsüzlük Arayışı


Günümüze ulaşmış en eski yazılı destan Gılgamış, yüzyıllar boyunca sözlü anlatı geleneği içinde efsane olarak anlatıla durmuş, zaman içinde çivi yazısı ile kil tabletlere aktarılmıştır. Gerçek kişi olarak Gılgamış’ın yaşadığı döneme ait yazılı belge olmadığı için, M.Ö. 2700 yıllarda yaşadığı ve Uruk şehrinin kralı olduğu tahmin edilmektedir. M.Ö. 1800 yıllara kadar süren yarı tarihi krallar listesine göre Uruk şehrinin beşinci kralı olarak adı geçerken; başka bir belgede Nippur şehrindeki Tanrıça tapınağını yaptıran kralların arasında yer alır. Destandaki Gılgamış, kralın oğludur ve annesi tanrıça Ninsun dur; aklı, cesareti hatta acımasızlığı ile üçte biri insan, üçte ikisi tanrı olarak tarif edilir.

Gilgamesh statue - circa 750 BC, from Palace of Sargon II, Babylonian - at the Louvre Museum
Gılgamış Heykeli - M.Ö. 750, Sargon Sarayı, Babiller dönemi

Gılgamış Tabletleri

1872 yılında Kuzey Mezopotamya’nın Ninive bölgesindeki kazılarda Asur kralı Asurbanipal'ın kitaplığı içinde Gılgamış’ı anlatan çivi yazısı tabletler buldu. 11 tablet,  Gılgamış destanını anlatıyordu ve ayrıca bir 12. tablet vardı; son tablette Gılgamış’a ait öykü iki farklı dilde yazılmıştı. Asurbanipal kitaplığındaki tabletler, M.Ö. 1250 yıllarda Uruk şehrindeki bir rahip tarafından yazıya dökülmüş anlatının birebir kopyası olarak M. Ö. 700 lü yıllara aitti. Tabletler Akadca dilinde yazılmıştı ama destanda adı geçen kahraman ve tanrıların adları Akadca değildi, bir başka dilden alınmış ve yeniden yazılmıştı. Tabletler kırık ve eksik olduğu için anlaşılmaz durumdaydı.
Daha sonraki kazılarda destana ait başka tabletler bulundu. En eski tabletlerden biri Eski Babil çağında yaklaşık M.Ö. 1800 lere ait iken, diğeri M.Ö. 1600 lerde yazılmıştı. Destanı ayrı ayrı öyküler biçiminde anlatan Sümerce yazılmış tabletler, Güney Mezopotamya’daki Nippur bölgesinde bulundu. Destan, Sümerler döneminde bazıları birbirinden bağımsız hikâyelerken, Babiller tarafından Akadca dilinde tek bir anlatı haline getirilmişti. Destanın sonraki dönemlerde Hitit, Suriye ve Filistin bölgelerinde ve farklı dillerde yazılmış örnekleri, anlatının arkaik dünyadaki ve özellikle Sami toplumlarındaki etkisinin açık göstergesi idi. Gılgamış efsanesi, yaklaşık bin yıl boyunca üç farklı dilde yazıya aktarılmıştı. Keşifler sonucu destan, yaklaşık 2.900 satırdır ve henüz yüzde 60’ı tamamlanmış biçimde araştırılmaya devam edilmektedir.

Epic of Gilgamesh Clay Tablet-Left Tablet XI,  known as Story of the Flood, 7th c. BCE, Akkadian-Rigt Tablet V, 1800-1600 BCE, Old Babylonian Period
Soldaki Tablet 11,  diğer adıyla Tufan Hikayesi, Akadca, M.Ö. 7. yy. - Sağdaki Tablet 5,  M.Ö. 1800-1600, Sümerce

Tufan Hikâyesi

1872 gerçekleşen Ninive kazısı bir başka büyük keşfi daha ortaya koymuştu, o zamana kadar yazılı olarak ilk Tevrat’ta yer aldığı düşünülen ve bilinen Tufan Hikâyesi, kutsal kitaptan çok daha önceki bir zaman diliminde tanrı-kral Gılgamış destanında anlatılmıştı.

Enkidu: İlk Dostluk ve Aşk?

Gılgamış aklı, gücü ve cinsel enerjisi ile Uruk halkını korkutmaktadır; destanda halka verdiği cinsel rahatsızlık “Gılgamış, ne babalara oğul, ne damatlara genç kız bırakıyor.” diye anlatılır. Halk, Sümer tanrılarından onun dizginlenemez gücünü kesecek, dengi bir varlık yaratmasını ister. Halkın bu isteği karşısında tanrılar, Gılgamış’ın karşısına çıkması için yaban adamı olan Enkidu’yu yaratırlar. Enkidu bir yaban adamı iken, tapınak fahişesi tarafından uygarlaştırılır ve şehre gelir. Gılgamış ilk önce rakibi, sonra en büyük dostu olacak Endiku ile karşılaşmadan önce, onu rüyasında görür ve rüyanın anlamını öğrenmek için annesi tanrıça Ninsun’a sorar, rüyasını şöyle anlatır destanda: “Bir yıldız düştü üzerime. Kaldırmak istedim ama fazla ağırdı. Ona bir kadına doğru çekilir gibi çekildiğimi hissettim. Sen de bana onun benim, eşitim olduğunu söyledin.” Daha sonra karşılaşırlar ve ölümüne bir güreşe tutuşurlar; belirsiz de olsa Gılgamış, Enkidu’yu yener; sonrasında kucaklaşırlar ve dostluk başlar. Birlikte, Uruk şehrini tehdit eden sedir ormanlarındaki canavarı yenerler.
Gilgamesh and Enkidu Battle with Humbaba - Basalt relief, 10th-9th c. BCE, from Palace of King Kapara at Tell Halaf in Syria
Gılgamış ve Enkidu, Canavarla dövüşürken - M.Ö. 9. y.y, Suriye
Gilgamesh kills the Bull of Heaven - Terracotta votive relief, 2250–1900 BCE, from ancient Mezopatamia
Gilgamış, Gök Boğası'nı öldürürken - M.Ö. 2.250-1.900, antik Mezopotamya, kabartma heykel
Enkidu’nun dostluğu, Gılgamış’ı kadınlara olan arzusundan uzaklaştırır, hatta tanrıça İştar’ın evlenme teklifini dahi reddeder. Beden isteklerinden, kadınlardan uzaklaşıp kendi insansı isteğine, dostuna kavuşmuştur. Ama bu dostluğun karşısında reddedilen ana tanrıça İştar, ikisini de lanetler. Ve bir gün Enkidu hastalanır ve ölür. Gılgamış eşitini, eşitliği öğreten Enkidu’yu ve dostluğunu kaybeder. Acılar içindeyken “Onun yüzünü bir gelin gibi örter” diye anlatır destan. Gılgamış ile Enkidu ilişkisi, dürtülerin ve karşı cinsin aşılması olarak saygıya layık aşkın; ancak erkekler arasında gerçekleşebileceğini anlatır gibidir.

Gılgamış’ın Ölümsüzlük Arayışı

Dostu Enkidu’yu kaybetmenin acısıyla ve ölümle yüzleşen tanrı kral, ölümsüzlüğü aramaya başlar ve yolculuğa çıkar. Ölümüz Utanapistim’i bulur; ölümsüzlüğünün tanrıların kararı olduğunu ve Tufan sonrasında kendisine verildiğini ve başka kimsenin ölümsüzlüğe ulaşamayacağını söyler Utanapistim ama Gılgamış vazgeçmez. Bunun üzerine yedi gün uykusuz kalma sınavına sokulur ama bedenine yenik düşer, sonrasında su altındaki gençlik otu verilir teselli olarak ama yine bedeninin sınırlarında kalır; dalgınlık anında otu yılan yer. En sonunda, şehrine eli boş geri döner. Gılgamış Destanı insanın, doğasını aşmak için verdiği mücadelenin anlatısıdır.
Gilgamesh in left and Enkidu in right, on Cylinder Seal - from Sumerian city of Uruk
solda Gılgamış, sağda Enkidu savaşırken - mühür baskı, Uruk şehri, Sümerler


Gılgamış Tabletlerinin Özeti
Tablet I
Gılgamış'ın çok bilgili, çok gezen, Uruk duvarını ve tapınaklarını yaptıran; halkına sıkıntı veren bir kraldır. Enkidu, ona karşı kırlarda tanrılar tarafından yaratılır. Gılgamış'ın gördüğü rüyaları Annesi tanrıçaya anlatır.
Tablet II
Enkidü, tapınak Fahişesi ile karşılaşır ve insanlaşır; şehre gelip Gılgamış ile karsılaşır. Önce kavga ederler, sonrasında dost olurlar ve sedir ormanlarına gidip oradaki ejderhayı öldürme planı yaparlar.
Tablet III
Ejderha öldürme planından halk, endişelenir ve Enkidu'dan onu koruması isterler. Gılgamış’ın annesi Tanrıça da, koruması için Güneş Tanrısı’na dualar eder.
Tablet IV
Gılgamış ve Enkidu, Güneş Tanrısı’na kendilerine yardım etmesi için dua edip, yola çıkarlar. Yolda Gılgamış, rüyalar görür ve onları Enkidu yorumlar. Yol boyunca Gılgamış ve Enkidu korkuya kapılırlar ama birbirlerine cesaret vererek yola devam ederler.
Tablet V
Sedir ormanlarına geldiklerinde, canavar onları fark eder ve Gılgamış’ı uyutur. Güneş Tanrısının yardım ile canavarı sonrasında yakalarlar, Güneş tanrısı öldürmemelerini söylese de, onu dinlemeyip canavarı öldürürler. Sedir ormanından kestikleri ağaçları, Fırat nehrine dökerek Uruk şehrine gönderirler.
Tablet VI
Uruk'a döndükleri zaman Tanrıça İştar, Gılgamış'a evlenme teklif eder ama o kabul etmez, bunu üzerine tanrıça Gök Boğası’nı Uruk’a saldırtır. Gılgamış ile Enkidu, birlikte savaşarak boğayı da öldürürler ve Enkidu, boğanın sağ kalçasını tanrıçanın yüzüne fırlatır. Bunu üzerine Istar, ikisini de lanetler, fakat onlar buna aldırmaz ve sarayda şenlikler yaparlar.
Tablet VII
Enkidu, rüyasında kendisinin cezalandırılacağını görür. Ve sonrasında hastalanır, acılar içinde iken onu kırlardan getirenlere lanetler yağdırır. Güneş tanrısı, onu sakinleştirir ama Enkidu ölür.
Tablet VIII
Gılgamış, arkadaşının ölümünden dolayı üzüntü içinde ağıtlar söylemeye başlar. Birlikte yaptıkları savaşları ve dostluklarını anlatır ve herkesin, kendisi gibi Enkidu için yas tutmasını ister, hatta dostu için heykel yaptırır.
Tablet IX
Gılgamış, Enkidu’nun ölümünden sonra kendisinin öleceğini düşünerek korkmaya başlar ve ölümsüzlüğü ve huzuru aramak için yolculuğa çıkar. Bir dağda akrep görüntüsünden insanlara rastlar, onların dağın kapısını açmasıyla mücevherler bahçesine gelir.
Tablet X
Gılgamış, yoluna devam eder ve deniz kenarına ulaşır; burada içki evi işleten kadınla karşılaşır ve onu ölümsüzlüğü aradığını söyler. Kadın bu istekten vazgeçmesini, kimsenin ölümsüzlüğü bulamadığını ve kalan günlerinin tadını çıkarmasını söyler. Ama Gılgamış, isteğinden vazgeçmez; bunun üzerine kadın, ilk ve son kez ölümsüzlüğü bulan Utanapistim'ın yanına onu götürecek kayıkçıyı gösterir.
Gılgamış, kayıkçıyla birlikte denize açılır, ölülerin götürüldüğü sulardan da geçerek Tanrıların cennetine, ölümsüzlüğü bulan Utanapistim'in bulunduğu yere ulaşır. Gılgamış, Utanapistim'e başından geçenleri, dostu Enkidu gibi ölmek istemediğini ve ölümsüz olmak istediği anlatır. Utanapistim bu isteğinin olmayacağını çünkü ölümsüzlüğü tanrıların, ona verdiğini ve bir daha böyle bir şey yapmayacaklarını anlatır.
Tablet XI
Utanapistim, Gılgamış'a nasıl ölümsüz olduğunu anlatır. Tanrılar, bir tufan ile bütün yarattıklarını ortadan kaldırmaya karar veriler. Bilgelik Tanrısı, Utanapistim’e kararı bildirip bir gemi yaparak ailesini ve mümkün tüm canlıları kurtarmasını söyler. Utanapistim söylenenleri yapar, gemiyi hazırlar ve sonrasında Tufan olur. Tufan, altı gün yedi gece sürer; yedinci gün, Utanapistim gemiden çıkarak Tanrılara kurban sunar. Bunun üzerine tufana karar veren Tanrı, yaptığına karşılık ona ölümsüzlüğü verir.
Gılgamış'a yedi gün uykusuz kalma testi yapılır ama o başaramaz, uykuya dalar. Dönerken teselli olması için Utanapistim, ona su altında olan gençlik otunu bulmasını böylece yeniden gençleşebileceğini söyler. Gılgamış gençlik otunu bulur ama onu da dalgın bir anında yılan yer. İsteğine ulaşamayan, hayal kırıklığına uğramış olan Gilgamış büyük bir üzüntüyle şehrine geri döner.

Hegel-Diyalektik: Olumsuzlama, Çelişki, Ortadan Kaldırma (Aufheben)


Her varlık, sınırsız oluş içinde, kendinde ayrımı ve olumsuzlama ile sınırlı belirmedir, fenomendir. “Tüm şeyler ilkin kendindedirler, ama sonlanmaz. Nasıl ki tohum, kendinde bitkidir ve yalnızca kendini geliştirmeyi imliyorsa, genel olarak şey de, kendi-içine yansıma olarak yalın ‘kendinde’sinin ötesine geçer.” Oluş içindeki varlıkların gelişiminde sıçrama, kapsayarak aşma ve kesinti vardır. Varlıklar zemininde kesinti ile aynı zamanda gelişme, sıçrama meydana gelir. “Bir fenomenin meydana gelişini ve yok oluşunu, dönüşümün kesintisizliği ile açıklamak yavan bir totolojidir. Çünkü bu açıklamada, meydana geliş ve yok oluş, zaten olup bitmiş bulunmaktadır. Bu ise dönüşümü, sadece dış farktan ibaret bir değişme haline sokmak demektir. Bir şeyin ortaya çıkışı veya yokoluşu, varlıkların dönüşümleri, yalnızca bir nicelikten başka bir niceliğe geçişten ibaret olmayıp, aynı zamanda nicelikten niteliğe ve nitelikten niceliğe geçiştir. Diyalektik adını verdiğimiz, birleştirici akılın yönettiği yüce devinimdir. Birbirlerinden tamamıyla kopmuş görünenler, kendiliklerinde, kendileri ne ise o olarak, birbirlerinin içine girerken devinime girerler. Bir fenomenin yerini başka bir fenomenin almasına yol açan bu geçiş, dereceli gelişme ve evrim içinde kesinti oluşturur.” 

Anlama Yetisi ve Birleştirici Akıl

Görünen (Scheinende) zuhur eden, ortaya çıkan fenomendir. Anlama yetisi (Verstand), görünüşleri birbirlerinden kopuk ve tek başlarına görünür. Doğru (hakiki olan) ile Yanlış, belirlenmiş düşüncelerin, anlama yetisi’nin ürünleridir. Bu tür düşünceler, her türlü devinimden yoksun, tikel özler biçiminde ortaya çıkarlar. Biri bir yandayken öteki öbür yanda yer alan, aralarında hiçbir alışveriş (Gemeinschaft) kuramayan, katı bir biçimde birbirlerinden kopmuş, yalıtık özler. Bu görüşe karşı şunu vurgulamak gerekir: Hakikat (die Wahrheit) elden ele, cepten cebe dolaşan basılı para değildir. Bir yanlıştan söz etmek ne denli anlamsızsa, bir kötüden söz etmek de o denli anlamsızdır. Nasıl bir yanlış yoksa, bir kötü de yoktur.Birleştirici akıl (Vernunft) görünüşlerin durağan ve kopuk değil; birlikte devinimleri ve kendilikleri içinde betimidir. Bilinç için varoluş, kuşkudur; nesne ile kavram arasında sürekli uyuşmazlık vardır; uyuşmazlığın aşılması için ölçü, deneyim dir. Bilinç dünyayı seyre daldığında, önceki bilgilerin ve ölçülerin doğruluk iddialarını bir kenara bırakıp; henüz tamamlanmamış olanı deneyim etmelidir; çünkü “Hakikî olan (doğru), olanın tümüdür.

Olumlama ve Olumsuzlama

Tin (İde), başlangıçta dolayımsız dır; sonrasında olumlama ile Doğa’da belirmiştir. Ama Doğa, form ve madde içinde mekanik dünyadır ve bu, Tin’in özgürlüğü ile çelişkilidir. Olumlama ile özüne çelişen ama aynı zamanda böylece dünyalaşan Tin, sonraki aşamada olumlamayı olumsuzlama (Negation) yapar ve böylece iki var-oluş ayrımları ile ama bir arada ortaya çıkar. Ayrım ile zeminde belirenler, çelişki içinde birliktir. Çelişki ivmesiyle ortadan kaldırma gerçekleşir.

Ortadan Kaldırma (Aufheben)

Uğrak, sınırlı varlıkların, sınırsız oluş zemini içinde var-oluş kazandığı andır. (evre, aşama, moment) Varlıkların farklarını ortaya çıkaran diyalektik ilkedir uğrak. Farkları ile belirmiş varlıklar ortadan kaldırma (Aufheben) ile ayrımlarını muhafaza edilerek ama görünüşlerini kaybederek bir başka var-oluşa geçer. “Temel bir belirlenim, her yerde açık seçik kendini gösteren bir belirlenimdir; özellikle Hiçlik (Nichts) kavramından titizlikle ayırmak gerekir. Hiçlik dolaysızlıktır, oysa ortadan kaldırılmış olan, dolaylanmış bir şeydir ve olmayandır. Kendisini ortadan kaldıran, bu yüzden hiçliğe dönüşmez. Ancak, dolayımla bir varlıktan çıkmış bir sonuç olarak, kendisinden geldiği ve içinden çıktığı şeyin belirlenmişliğini sürdürür. Ortadan kaldırmanın (Aufheben) iki anlamı vardır: hem muhafaza etmek, saklamak; hem de kesmek, durdurmak, bitirmek, son vermek... Bu şekilde, ortadan kaldırılmış olan aynı zamanda saklanmış, muhafaza edilmiş bir şeydir. Saklanmış olan yalnızca dolaysızlığını yitirmiştir, ancak yok edilmemiştir...” (Mantık Bilimi) Hegel’e göre Varlık, sonsuzluğunun tedirginliği (?) dürtülen Mutlak’ın (Absolute) kendini evrene açmasıdır..